Credit: Pinterest
Terapi, yalnızca çizilen sınırlarla değil, o sınırların içinde doğan karşılaşmalarla iyileştirir.
Terapötik ilişki, her ne kadar özgün bir alan olarak tanımlansa da, insanî ilişkilerin özünden doğar. Martin Buber’in “Ben–Sen” felsefesi bu özün neye dayandığını anlamak için önemli bir çerçeve sunar. Buber’e göre insan, kendini ancak bir ilişki içinde deneyimleyebilir; “Ben”, ancak bir “Sen” karşısında ortaya çıkar (Felsefenin genel açıklaması için bakınız). Ancak her ilişki “Ben–Sen” değildir. Gündelik yaşamın büyük bir kısmı, “Ben–O” düzleminde gerçekleşir. Yani işlevsel, sınırları belirli, ölçülebilir ilişkiler. Terapötik süreçte de başlangıç bu düzlemde başlar; çünkü terapist ile danışan arasında bir çerçeve oluşturulması gerekir. Bu çerçeve, zamanı, sınırları, gizliliği ve sorumlulukları belirleyen bir Ben–O alanıdır. Burada iki taraf da rollerini tanımlar: biri terapisttir, diğeri danışan. Amaçlar, ücret, süre, çalışma biçimi konuşulur. Bu aşamada ilişki, bir düzene dayanır; kişisel değil, yapısal bir bağ kurulur. Bu, Buber’in diliyle, ilişkinin nesnel yüzüdür.
Ancak çerçeve bir kez kurulduktan sonra, terapinin canlı alanı yavaş yavaş Ben–Senboyutuna doğru genişler. Çünkü iyileşme, bilgiyle ya da teknikle değil, ilişkinin varoluşsal kalitesiyle ortaya çıkar. Danışan, terapistin sadece mesleki rolüyle değil, bir insan olarak onunla temas ettiğinde, ilişki “canlanır.” Terapist artık bir gözlemci değil, danışanın karşısında var olan bir “Sen”dir; danışan da bir vaka değil, bir “öteki”dir. İşte bu anda Buber’in “insanlararası alanı” doğar — das Zwischenmenschliche. Bu alan, teknik bir analizden çok, iki insanın birlikte var olduğu bir karşılaşma sahnesidir. Burada sözcükler kadar sessizlik, yorum kadar bakış da anlam taşır.
Terapötik sürecin iyileştirici gücü tam olarak bu iki alanın — Ben–O’nun ve Ben–Sen’in — birbirini tamamlayabilmesinden doğar. Yalnızca Ben–O kalırsa terapi bir hizmete, bir ölçüm sürecine indirgenir; yalnızca Ben–Sen kalırsa sınırlar kaybolur, ilişki belirsizleşir. Bu nedenle terapist hem çerçeveyi korur, hem o çerçeve içinde sahici bir ilişki doğmasına izin verir. Bion’un “containment” kavramı, Winnicott’un “holding” alanı, Buber’in “Ben–Sen” ilişkisine paraleldir: terapist, yapısal sınırın güvenliğinde duygusal açıklığı mümkün kılar. Bu ikili denge, terapötik ilişkinin hem etik hem varoluşsal derinliğini sağlar.
Bu bağlamda çerçeve (Ben–O) bir zemin, ilişki (Ben–Sen) ise yaşamın kendisidir. Terapist, çerçeveyle güveni kurar; “Ben–Sen” ilişkisiyle dönüşümü mümkün kılar. Çerçeve, ilişkiyi taşıyan kabuktur; “Ben–Sen” ise o kabuğun içindeki canlılıktır. Terapide asıl iyileşme, danışanın bir “nesne” olarak görülmediği, bir “Sen” olarak duyulduğu o kısa ama yoğun anlarda gerçekleşir. Buber’in ifadesiyle, “İnsan ancak bir Sen tarafından duyulduğunda, gerçekten Ben olur.” Terapötik ilişki bu duyulma hâlinin etik biçimidir: sınırlar içinde özgür, teknik içinde insani, mesafede bile temasla mümkündür.
Sonuç olarak, terapötik süreç Buber’in iki ilişki biçimini aynı anda taşır: Ben–O ilişkisi yapıyı, güveni ve profesyonel sınırı oluşturur; Ben–Sen ilişkisi ise o yapı içinde insan olmanın sıcaklığını ve dönüşümünü mümkün kılar. Bu nedenle terapistin görevi, her an bu iki alan arasında bilinçli bir denge kurmaktır. Çerçeve içinde insan kalabilmek, insani ilişkide profesyonel sınırı koruyabilmek — işte bu, terapötik olgunluğun özüdür.
Çerçeve İçinde Karşılaşabilmek: Ben–Sen İlişkisinin Terapötik Boyutu was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.