Çiğdem Sezer — Yeryüzü Güvercinleri Burçak Kubilay

Photo by Library of Congress on Unsplash

Çiğdem Sezer — Yeryüzü Güvercinleri Burçak Kubilay

1. Sizi ilk defa okuyan bir okur olarak; duyguları okura geçirebilen bir yazarsınız benim için ve bir savaş halinde, umuda tutunan bir çocuk kahramanın yaratıcısısınız. Acaba siz, edebiyatla ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?

Okura duyguyu sahici biçimde geçirebilmek oldukça önemli. Hele de savaş gibi küçük büyük herkes için travmatik bir konuda yazıyorsanız. İnandırıcılıktan en ufak bir sapma bile okuru metinden uzaklaştırır.

Benim edebiyatla sadece “ilişkim” değil, kopmaz bir bağım var. Şiirle başlayan ve genişleyerek devam eden. Ben yaşadıkça da devam edeceğine inandığım bir bağ. Bugünkü “ben”in oluşmasını, yapıp ettiğim her şeyin “böyle” olmasını borçlu olduğum bir bağ. Her çocuk gibi ben de ilkin gözlemledim dünyayı elbette. Görerek, duyarak öğrendim. Ama benim asıl dünya ve yaşam algımı oluşturan, kelimeler oldu. Herkesin yüklediğinden farklı, başka anlamlar, çağrışımlar yüklemek kelimelere… Ve o anlamlar üzerinden katılmak yaşama.

2. Savaş ortamında çocuk olmak ne demek? Hâlâ çocuk olarak kalabilmek ne kadar mümkün sizce?

Gerçekte savaş ortamında bulunmadığım için bununla ilgili çok somut şeyler söyleyemem ama bir yazar olarak kurgulayabilirim. Yeryüzü Güvercinleri’nde yaptığım gibi… Savaş ortamında bulunmasa da “erken büyümek” zorunda kalmış, çocukluğunu erken yitirmiş nice çocuk var dünyada. Toplumsal felaketler, katliamlar, yoksulluk vb. pek çok nedenle olabiliyor bu yazık ki. O ortamda çocuk kalmak pek mümkün olmasa da devam edebilmek için umuda tutunmak şart. Bu bir çocuğun tek başına üstesinden gelebileceği bir şey değil. Bu yüzden “iyilik kuşları”na ihtiyacımız var. Her şeyi değilse de bir şeyleri değiştirebilmek için. Bunun olabilirliğini çocuklara gösterebilmek için.

3. Savaş, abluka çocuklarda psikolojik olarak derin yaralar açmakta. Sizce bir çocuk için savaşta umut etmek nasıl mümkün olur?

İnsan, içinde olumluya da olumsuzluğa da açılmaya hazır bir pencere taşır. Eğer savaşın acımasız tarafının sizi tutsak etmesine izin verirseniz oradan çıkmanız mümkün olmayabilir. Ama çok az bir olasılık için bile olsa direnmeyi, çözüm yolları aramayı sürdürürseniz pencerenin diğer yana açılmasını sağlayabilirsiniz belki. Bu “belki” bile yeter aslında umut etmek için. Sonuçta felaketler, ölüm ve diğer her şey insanlık tarihinden eski. Ama insan yaşıyor hâlâ. Çünkü insanlar ölür ama hayat sürer. Soru şu; sen ona katılacak mısın katılmayacak mısın? Elbette savaştan (ya da hangi travmatik durumsa…) önceki ruh halinde olmayacak ama zaten insan her tür yaşantıyla değişmiyor mu? Savaştan çıkmış bir çocuk da değişecek elbet; daha ağır bir yükle, daha derin bir acıyla katılacak hayata. Ama bunun bir de öte yanı var; onca ağır yitirişler, sahip olduklarını derinlemesine yaşamasına, onları çoğaltmasına da neden olabilir. Bu, elbette ki çocuğun savaş sonrası yaşama tutunmaya çalıştığı ortamın, çevresindeki insanların ve daha pek çok faktörün etkisiyle gerçekleşebilir. Travma yaşayan çocukların farklı yaklaşımlarla farklı ruh yapıları geliştirmesi gibi. İnsan faktörü çok önemli. Doğru yaklaşımlarla travmayı yaşanmamış kılamasak da en azından hayata; umuda dair minik işaretlerle tutunmasını sağlayabiliriz. Yani evet, umut etmek her durumda mümkün. Özellikle de bir çocuk için…

4. Zor zamanlarda dostluğun öneminin daha da bir ortaya çıktığı düşüncesindeyim. Siz bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?

Dostluk her durumda çok önemli. Ne ki zor zamanlar, önemli kararlar almamız gereken zamanlardır da çoğunlukla. Bu nedenle de gerçek bir dostun yakacağı işaret fişeğinin etkisi, diğer zamanlardan daha önemli hale gelebilir. Sorunlara bakış açısında bir denge oluşturabilmek için terazinin diğer kefesini doğru anlamda doldurandır dost. “Zor zaman”ın yarattığı duygusal alınganlıkla gerçekçi bakamayabilir insan. Orada gerçek bir dostun varlığı her zamankinden daha fazla anlam taşır. Sağduyuyu işaret etmesi ya da sadece daha derin nefes alıp geniş açıdan bakabilmenize fırsat oluşturması…Sakinleşip bir kez daha düşünülmenize olanak verecek zamanı tanıyan, yaslanacak bir omuz…

5. Romanın bölüm başlıkları benim için çok anlamlı; tüm hikâyeyi de düşünürsek… Sizdeki duygusal karşılıkları neler; bir örnek verebilir misiniz?

Okurun yaş grubu düşünüldüğünde, bölüm başlıkları, hikâyenin izleyeceği yola dair işaret fişekleri gibi düşünülmeli ilkin. Bunun yanında, oluşturacakları anlam dünyasının sınırlarının çok kesin olmamasına, okurun hayal dünyasına göre şekillenebilecek esnekliğe sahip olmasına da dikkat ettim. Savaş ve benzeri ağır travmatik anlatılarda çok daha önemli hale geliyor bu. Dünyayı gerçekliğinden koparmadan göstermek durumundasınız. Öte yandan da çocuk okurun bu gerçekliği, acının altında kalmadan kabullenmesini sağlamak gerek. Benim için bunu yapmanın en güzel yolu, şiirsel gerçeklikten destek almak. “Mutluluktan Utanmak” diye bir bölüm başlığı var kitapta; yaşanan travmalardan, ağır bedellerle ama en azından sağ çıkanların sık yaşadıkları bir duygu. Hayatta kaldığı için suçlu hissetmek, mutlu olmayı, hatta gülümseyebilmeyi, travmada yitirilenlere ihanet olarak görmek. Yaşadığım bir duygu olduğu için ama en çok da sık rastlanan bir sorun olduğu için özellikle seçtim bu başlığı. Aslında çoğu bölüm başlığının böyle bir duygusal karşılığı var bende.

6. Yeryüzü Güvercinleri’ni okurken savaş karşısında bir çocuğun duygusunu sonuna kadar, Derinden hissettim. Sizin yazarken niyet ettiğiniz bir okuma biçimi var mıydı? Varsa nasıl bir okuma biçimiydi bu?

Tam da sizin hissettiğiniz gibi; o acıyı hiç azımsamadan derinlemesine hissettirebilmek ama kitabın son sayfasını bitirdiğinde, hüzünlü de olsa umuda dair kanat çırpan bir güvercin aramak gökyüzünde. Acıya sırt dönmeden ama onun altında da kalmadan kapatabilmek kitabın kapağını. Büsbütün hayal ürünü olmayan “gerçekçi bir umut” … Her yaranın bir kapı olduğunu söyler bir yazar. Benim beklentim de okurun o kapıyı aralamasıydı. Benim yazarken hissettiklerime benzer duygularla okunsun istedim belki de; acının, öfkenin, çaresizliğin verdiği kaybolmuşluk hissinin yanı sıra dostluğun, iyiliğin, iyileşmenin, umudun varlığına dair bir ışık, bir gülümsemeyle yüzünde. O gülümseme, ne kadar hüzün barındırıyorsa içinde bir o kadar da umudun varlığına işaret ediyordur. Yara ne kadar derin olursa olsun, iyileşmek mümkün. İyileşmenin unutmak olmadığını bilerek ama… Belki de minicik bir yandaşlık duygusunu verecek bir okuma biçimi; “koskoca dünya”nın karşısında yalnız değilim. Hiçbir şey yapamazsam, barışa inancımı tazeleyip, bu duygumu paylaşabilirim. Ve hâlâ şarkı söyleyebilir, gülebilirim. Bunun için utanç duymam gerekmiyor.

Aslında okur kitabı kapattığında, “Barışa katkı sağlamak için ne yapabilirim?” sorusunu düşürürse aklına, benim için bu yeterli. Bir sorumluluk yükleme değil asla, sadece bir anımsatma. Çünkü “o çocuklar büyüyecek”. Barışın safında yer alacak şekilde büyüsünler isterim.

7. Leyla ve Samar, çatışmaların gölgesinde bile kendi “küçük” oyun dünyalarını, barış hayallerini kurabiliyorlar. Onların kurduğu bu sessiz ve temiz barış fikriyle yetişkinlerin tasarladığı barış arasındaki en büyük fark nedir?

Aslında teorik olarak ikisi arasında pek fark yok. Yetişkinlere sorsanız, çocukların da isteyeceği eşit, adil bir dünya ve herkesin yaşam hakkının öncelendiği, güvenilir bir hayat istediklerini söylerler çok kabaca. Kimileri buna millet olmaktan gelen özelliklerini (dil, din, folklor vb.) sürdürebilmeyi ekler. Çocukların istediği de (böyle ifade edemeseler de) budur aslında. Kendi ülkelerinde, evlerinde, aileleri ve tanıdık çevreleriyle kendi bildikleri biçimde özgürce yaşayabilmek… Sıradan hayatın “konfor”unu yitirmemek. Ama büyükler için bu fikir giderek karmaşıklaşır. Kendi ülkesini korumak (ülkeye atfedilen diğer tüm değerleri de) adına yapılabileceklerin sınırı nerede bitmeli? Çocuklarla yetişkinlerin barış tasarımlarının ayrıştığı nokta tam da burası. Ki burada politik argümanlar devreye girer çoğu zaman. Milli çıkarlar, küresel avantajlar vb. Kendi varlığını koruma “içgüdüsü”, başka milletlerin varlığı için bir tehlikeye dönüşebilir ve o noktada barış artık “savaş” a bağlı bir kavram haline gelir. Oysa çocuğun barış algısı daha sade ve saftır. Büyümek, her şeye bir ad verip anlam yüklemek haline geliyor ve o saf barış hayalini kuran çocuklar, politik argümanlarla barışı savaşın hemen arkasında tanımlıyorlar maalesef. Çocuk edebiyatı bu anlamda çok önemli; çocukların bu algıyı oluştururken gerçekleştirdikleri ad verme, anlamlandırma sürecinde doğru (benim buradaki doğrudan kastım insani /vicdani olandır) bilinçlendirilebilmeleri. Doğrudan bilinçlendirme çabaları ya yerini bulmaz çoğu zaman ya da marjinal hale dönüşebilir. Ama iyi edebi örneklerle çocuğa bu yolları gösterip insani /vicdani olana yönelmelerini sağlamak mümkün. Bir tek kitapla bunun yapılabileceğini düşünecek kadar hayalperest değilim ama bu yolda uğraş vermenin faydalı olacağına inancım sonsuz. Umut edebilmemi sağlayan da çocukların ilişki kurarken “ayrı” lığı değil “aynı”lığı öncelemeleri.

Çiğdem Sezer — Yeryüzü Güvercinleri Burçak Kubilay was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.