Duvar Yıkıldı, Ayna Kırıldı: Ayna Çıkmazı

İçimizdeki sayısız duvarı yıkıp tekrar çarpıştığımız gerçekleri, bize aynaların parçalarından yansıttığı bir tepside sunan İsmet Vural’ın kaleme aldığı Ayna Çıkmazı üzerine…

Ne kadar insan varsa o kadar olgu var yeryüzünde. Dipsiz bir kuyu bu düzenin mekânı. Hiçbir şeyin tamamlanmadığı bir skalada salınan bir köstekli. İçimizdeki sesin susmadığı bir algı belki sonrası. Tıpkı Ayna Çıkmazı’nın kahramanlarında da olduğu gibi. Öyle ki onlar sürekli aynanın ardındakini görmeyi ararlar ve nihayet bir gün, hepsi de kendi zamanlarında bu ânın birer parçası olurlar. Sonrası mı? Sonrası belki biraz büyülü gerçeklik, belki de gerçeğin ta kendisi…

“… bir anda kendimi sokağı izlerken buldum. Bu seyreyleyiş, içimi acıtan bir gerçeği fark etmeme neden oldu: Anladım ki yaşamım boyunca şöyle durup da herhangi bir şeye sahici bir şekilde bakmamışım; gözümün önünden geçen görüntüleri kanepesinde pinekleyen yararsız bir adamın televizyon kumandasıyla geç geç yapması misali izleyip durmuşum yalnızca. Kendi aptal kutumu kendim yaratmışım. Ayna Çıkmazı’nı seyrettiğim o anda, gerçek anlamda görmenin ne demek olduğunu anlamıştım.” (Sayfa 19)

Adem, Musa ve Rabia’nın yolları, Ayna Çıkmazı Sokağı’nda bulunan Ayna Köşkü’nde kesişir. Sokağın adı çıkmazdır belki ama sonu bambaşka yerlere çıkacaktır. Üç karakter akislerin sorgulandığı bir dünyada “tesadüfen” buluşurlar ve okur olarak biz de kendimizi varoluşsal sorgulamanın içinde buluruz. Bu buluşma gerçekten bir tesadüf müdür? Üçünün bir araya gelmesinin sebebi nedir? İnsan hayattaki karşılığını ararken gerçekten yalnız değil midir? Sayfalar içinde ilerledikçe karakterlerin kişilikleri ve yaşamları üzerinden hikâyeler açıldıkça açılır. Kahramanlarımız yüklerinin altında ezilme tehlikesi geçirdikleri bir ağırlıkta, ötekilerine bakarlar. Böylece yeni bir hikâye daha doğar. Yazarın bakışı da zekâsı da kurgunun hem merkezindedir hem de her bir cümlesine yayıldığını görürsünüz. İçimizde kaç başka ruhla yaşadığımızı sorgulamanın ötesine geçip onlarla yüzleştirdiği kahramanları üzerinden okurunu da kendini, akislerini ve hayatı topyekûn sorgulamaya davet eder. Biz de bir anda o davete icabet etmişken buluruz kendimizi. Bilirsiniz, ben kurguyu aşıp bana sorular sorduran kitapları daha çok severim. Bu kez bana ve akislerime sorular sorduran, cevaplarının önemini yitirip gerçekleri sorgulamanın peşine düştüğüm bir kitaptan söz ediyorum size. Kaygılarım sadece bana ait değil mi? Tehlikeli sularda yüzdüğüm anlarda yönümü bana bulduran ne? En çok hangi aksimden kaçıyorum? Hangisine bir gün gerçekten sarılıp hayatın inanılmaz gerçeklerine kavuşacağım? Kendime tutmaya cesaret edebildiğim o ayna, bana en çok nelerden söz edecek? Sorular öyle çok ki…

Satın Almak İçin Tıklayın

Soruları bir yana bırakıp bir de Rabia’ya değinmek istiyorum. Aslında bir de Musa’nın karısı Muhterem’e. Belki bir de Rabia’nın, kocasına boyun eğmekten “kız çocuklarını” göremediği annesine. Kadınlara işte, anladınız siz. Hepsinin toplumsal akiste hikâyesi artık sıradan. Sanki hangi yüzüne bakarsak bakalım, ayna hep aynı şeyi söylüyor. Vural, kahramanlarını kurgularken kadın konusuna ne denli odaklanmak istedi bilemiyorum. Anlatmak istediğinden uzaklaşmak da değil niyetim ama, burada söz konusu olan sıradan hayatların gölgesinde yaşanan hikâyelerin on evden on birinde sıradan bir şekilde yaşanıyor olması. Rabia’nın daha annesinin rahmine düştüğünde silikleşen hayatına karşı yorgun bir savaşçı oluşu, Muhterem’in onu çok seven kocasının sessizliğinde yitip giden hayatı, annesinin korkutulup sindirilmiş bir kuklaya dönüşmesi… Rabia bir yerde şöyle diyor annesi için: “Kocasına görevini yerine getirememenin hayal kırıklığı vardı üzerinde. Bir görev kadınıdır o, çocuklarının anasından önce kocasının karısıdır.” Bir yerde de kız kardeşi için kuruyor cümlelerini: “Erkek gibi olup arabalarla oynamak da kâr etmiyordu. Kız dediğin özgür olmak için hep çocuk kalmalı, hiç büyümemeliydi.” Bir cümle daha var. Tamam, bu son: “… bizim ev iki saftan oluşur: aslanlar ve ceylanlar. Her daim av mevsimidir, yasak nedir bilinmez. … Ceylanlar ne yaparsa yapsın sonları aynıydı.” Bir tane de Musa’nın Muhterem için kurduğu o cümle var: “Şimdi düşünüyorum da vaziyet buralara gelmeden verdiği tehlike sinyallerini nasıl da fark etmemiş, görmezden gelmişim.” Bu bölümleri içim sızlayarak okuduğumu ve ne yazık ki hiç soru sormaya gerek duymadığım bir toplumun profilini çizebildiğimi bir kez daha gördüğümü üzülerek paylaşmak isterim. Öte yandan kitabın Rabia üzerinden Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sına, Joyce’a, Dostoyevski’ye, Tanpınar’a verdiği selamlar da kurtuluşun hep okumakta olduğunun altını bir kez daha çizer.

Tekrar aynalara döndüğümde ise Vural’ı insanın kendisiyle yüzleşmesinin ağırlığını böylesine mizahi ve “eski” kelimelerin varlığına rağmen sade bir dille anlatmayı başardığı için kutlarım. Aslına bakarsanız ben yazarın sadece bir roman yazmadığını, kendisiyle yüzleşirken okura da bir pusula ateşlediğini düşünüyorum. Bu konuda da başarısının hakkını vermeli. Bu kitap ona kendini ne kadar buldurdu bilemem ama sağalttığı belli. Üstüne bize yaptıkları da… Kitabı okuduktan sonra bilgisayarın başına onun hakkında bir şeyler yazmak için geçmek de aynaya bakmak da bir süre sancılı oldu benim için. Bu da bir okur olarak aldığım lezzetin göstergesi olsa gerek.

Şu bir gerçek ki, her birimiz içimizdeki çıkmaz sokaklarda kaybolmamak için birer okur olduk. Hayatın da kendimizin de aksimizin de yüklerini yüklenmenin başka bir yolunu bilmiyorum. Huzurunuzda akislerime bir zeytin dalı uzatıyorum.

Sevgimle.

Damla Karakuş

Künye

Ayna Çıkmazı

İsmet Vural

Mona Kitap

296 Sayfa

2025

The post Duvar Yıkıldı, Ayna Kırıldı: Ayna Çıkmazı appeared first on GAZETE SANAT.

The post Duvar Yıkıldı, Ayna Kırıldı: Ayna Çıkmazı appeared first on GAZETE SANAT.