Ezgi Tanergeç: Tüketilen Her Kaynak, İnsanlığın Ortak Kaybı

Ezgi Tanergeç’in yeni kitabı Tuzlu Yüz İthaki Yayınları etiketiyle geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Kitabın dumanı üzerindeyken ben de Ezgi Tanergeç’e sorularımı yönelttim.

Röportaj: Kudrettin Yörükoğlu

Tuzlu Yüz nasıl ortaya çıktı? Böyle bir kitap yazmaya nasıl karar verdiniz?

Yıllar önce yaptığım bir araştırma aklıma gelmişti. Televizyonculuk yaptığım yıllarda unutulmaya yüz tutmuş mesleklerle ilgili bir çalışma yapmıştım. Teknolojiye yenik düşen yorgancılık, kalaycılık gibi iş kolları vardı içinde. Bunu yeniden ele almak istediğimde “tuzculuğun” da kaybolan mesleklerden biri olduğunu fark ettim. Ama zamanla ilgimi çeken, o meslekten çok, tuzun kendisi oldu. Tuz hem önemli hem de tükenmekte olan bir doğal kaynak. İnsan gücünün yerini makinelerin almasıyla birlikte hem meslek olan tuzculuğun konumu değişiyor hem de tuzun kendisi giderek azalıyor.
Tuzu araştırdıkça beni içine çekti. Bazen öyle olur; zihnin bir kapısını aralarsın, oradan koridorlar, bambaşka kapılar açılır. Tuzu takip ederken aklımda bir köy canlandı, karakterler yerini buldu. Tuz, hem anlatma isteği uyandıran bir atmosfer hem insan ruhuna sızabileceğim bir araç hem de evrensel temalara ulaşabileceğim bir alan yarattı. Hemen emin oldum zaten araştırırken tuzu anlatmaya.

Kitap, Tuzlukarnı adında Anadolu’daki kurmaca bir köyde geçiyor. Özellikle kurmaca bir mekân belirlemenizin bir sebebi var mı?

Evet, birkaç sebebi var. En önemlisi, aklımdaki köyün ve gölün mülkiyet yapısının gerçekte tam karşılığının olmamasıydı. Aklıma ilk olarak Göller Yöresi gelmişti ama oradaki göller yapı itibarıyla uygun düşmedi. Benim anlattığım göl, Tuz Gölü’nün daha küçük, iki aileye ait versiyonu gibiydi.
Gerçekteki karşılığını aramaktansa onu kurmaca olarak yaratmanın çok daha özgür ve ilgi çekici olacağını fark ettim. İçgüdülerime güvenip hayal ettim.

“HAYDAR SIKIŞMIŞ BİR KARAKTER”

Ve tuzlu göl… Tuz toplayıp satan köylüler… Genelde köy hikâyelerinde geçen tarım ya da hayvancılık gibi ilk akla gelen bir iş kolunu kullanmamışsınız. Peki tuz niçin?

Tuz sade ama hayati; hem yakıcı hem koruyucu bir mineral. İnsana çok yakışıyor; duygularına, çelişkilerine, doğayla kurduğu ilişkiye… Bir metafor olarak da yazma isteğini kışkırtan, dört dörtlük bir malzeme. Tarım ya da hayvancılık gibi alanlar zaten edebiyatta çok işlendi. Ben daha görünmeyen bir alandan, tuzun içinden insan hikâyesi anlatmak istedim.

Esas karakterimiz Haydar, amcası tarafından bir cinayete itilmeye çalışılıyor. Buna karşılık da Haydar bir yanda amcasından alacağı parayla ailesini kurtarma derdine düşüyor ama öldürdüğü adamın, dahası vicdan azabının onu ömrü billah bırakmayacağını da biliyor. Bu çok güzel bir çelişki. Biraz bundan konuşalım mı?

Haydar sıkışmış bir karakter. Onun içsesleri üzerinden, öldürme fikrine, planlı şekilde can alma kararı almaya dair bir yorum getirmek istedim.  O ikilem o kadar fazla meşgul ediyor ki onu, bütün hayatını kaplıyor neredeyse. Can almanın ne kadar kötü olduğuyla ilgili, çok büyük günah olduğuyla ilgili çok fazla ses var içinde ama bir grup ses de başka çaresi olmadığını söylüyor. İşin ekonomik tarafı olduğu gibi kendi canını kurtarma motivasyonu da var. İşte o sesler o kadar çok konuşuyor ki, bunu vurgulamak için, onları adeta birer yan karakter gibi konumlandırdım.

“FIRSAT VERİLMEYEN BÜTÜN GRUPLAR İÇİN…”

Haydar’ın eşi Meryem başarılı bir kadın temsili. Yok sayılan ama o ölçüde de güçlü ve inat eden bir kadının… Bunu, fırsat verildiğinde kadınların ne büyük işler başarabileceğini göstermek için tasarladığınızı söyleyebilir miyiz?

Sadece kadınların değil, fırsat verilmeyen bütün gruplar için bu söylenebilir. Gençler olabilir, azınlıklar olabilir… Bu dışlanma meselesi değil aslında. Basmakalıp düşüncelere alternatif fikirlerin bir başkaldırısı. Özellikle bizim toplumumuzda bu göz ardı edilen grup hâlâ kadınlar olabiliyor. Kadın bakış açısına değer vermek, yalnızca kadınların değil aslında bütünün hayrınadır diye düşünüyorum, Meryem’le de bunu vurgulamak istedim.

Kitabın dikkat çeken ayrıntılarından biri de köyde kız çocuklarının doğmaması. Bunun, gölün lanetiyle, köydeki işlerin sarpa sarmasıyla ilişkilendirebilir miyiz?

Köyde kız çocuklarının doğmaması, “Ya böyle olsaydı?” diye düşündüğüm, küçük ama çarpıcı bir detaydı. Romandaki hidrobiyolog karakter Okan, o duruma rasyonel bir açıklama getirse de “Hiç kız doğmamasının rastlantı olduğunu bildiğim halde…” dese de aslında ben daha sembolik bir katman eklemek istedim. Belki de bütün bu olanlar bağlantılarını tam bilmediğimiz bir döngünün ürünüdür. Her şeyi bildiğimizi iddia edebilir miyiz?

“ALDIĞIM EĞİTİMİN ROMAN YAZMAYA ÇOK KATKI SAĞLADIĞINI DÜŞÜNÜYORUM”

Kitapta köylülerin hayatlarını eline almış vahşi bir şirket var. Köylüler tek başlarına ne yaparlarsa yapsınlar çözüm bulamıyorlar. Ancak sonra çözümün kendilerine güvenmekten, bir olmaktan, beraber olmaktan geçtiğini görüyorlar. Bu anlamda kitabın mesajı olumlu ve evrensel. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Sanayileşme -vahşi kapitalizm- doğadan kopuş döngüsünde aslında kimse kazanmıyor. Tüketilen her kaynak, insanlığın ortak kaybı. Rant için talan edilen ormanların oksijenine, talan edenler de muhtaç sonuçta. Köpekbalıkları zamanında para uğruna katledildiğinde deniz ekosisteminin çöküşüne zemin hazırlandı. Köpekbalıklarını katledenlerin deniz ekosistemine o paradan daha çok ihtiyaçları var. Yani insanoğlu kendi topuğuna sıkarak, kendi kendini öldürerek yaşamaya devam etmeye çalışıyor. Tuzlukarnı köyünde hem bir şirketin göle el koyma planlarını hem de doğanın yavaş yavaş tükenişini görüyoruz. Köylüler ancak ortak akılla hareket ettiklerinde bir çözüm bulabiliyorlar ama daha geniş çerçevede bakarsak aslında “insanoğlunun” bu konuda ortak akılda buluşması gerekiyor. 

Kitabı okurken görsel dilinizin de kuvvetli olduğunu fark ettim. Özgeçmişinizde yazdığına göre Sinema-TV okumuşsunuz ve senaryo da yazıyorsunuz. Senaryo yazmakla roman yazmanın birbirini beslediği yerler var mı?

Ben aldığım eğitimin roman yazmaya çok katkı sağladığını düşünüyorum. Olay örgüsünü sahne sahne canlandırdığım için romandaki kurgu daha akıcı hale geliyor bence. Olay-mekân-zaman bütünlüğü de sinemadaki gibi romana yansıyor. Nasıl ki bir filmde aynı sahnenin tekrarını görmezseniz, ben de roman yazarken tekrara düşmemeye, bir duyguyu, bir durumu anlatırken her şeye gerektiği kadar yer vermeye, yani bir denge kurmaya çalışıyorum. Bu anlamda da senaryo gibi düşünüyorum belki. Zaten sahne sahne düşündüğünüzde hikâye sadece anlatılmıyor, gözünüzün önünde canlanıyor. Ben de bu görselliği sözcüklere taşımaya çalışıyorum.

“DOĞAYLA İNSAN ARASINDAKİ ESKİ BİR SÖZLEŞME”

Peki Tuzlu Yüz’ü film haline getirme gibi bir niyetiniz var mı?

Tuzlu Yüz her bakımdan film olmaya uygun bir roman. Tuz gölünün görselliğiyle, bölümlerin senaryo mantığına yakın şekilde düzenlenmiş olmasıyla, konusu ve olay örgüsündeki ritimle tam film tadında. Ama o artık benim değil, yapımcıların vereceği bir karar. Ben hikâyemi anlattım; belki bir gün, başka bir sanat dalı onu kendi diliyle yeniden anlatır.

Okurlarınıza son olarak ne söylemek istersiniz?

Benim için Tuzlu Yüz, doğayla insan arasındaki eski bir sözleşmenin hatırlanma çabası. Biz unuttukça doğa da bizden uzaklaşıyor. Okurların bu hikâyeyi okurken sadece karakterlerle değil, kendi yaşamlarıyla da bir bağ kurmalarını isterim. Çünkü bazen bir roman, insanın dünyayla kurduğu ilişkiye yeniden bakma fırsatıdır.

The post Ezgi Tanergeç: Tüketilen Her Kaynak, İnsanlığın Ortak Kaybı appeared first on GAZETE SANAT.

The post Ezgi Tanergeç: Tüketilen Her Kaynak, İnsanlığın Ortak Kaybı appeared first on GAZETE SANAT.