Hâneye Tecavüz

“En büyük düşman; kendi algınız, kendi cehaletiniz ve kendi egonuzdur.” Revolver ‘2005

Photo by Jan Canty on Unsplash

Ekranlar büyüdükçe, duvarlar inceldi… Eskiden “haneye tecavüz” dendiğinde bir evin kapısının zorla açılması, özel alanın ihlal edilmesi anlaşılırdı. Bugün ise bu tecavüz kapıdan değil; ekrandan, kablodan, havadan, hatta avucumuzdaki telefondan geliyor. Artık kimse kapıyı yoklamıyor, çünkü hepimiz gönüllü olarak kapıyı ardına kadar açık bırakıyoruz.

Evin içinden dünyaya, dünyadan evin içine mütemadiyen görsel bir akış var… Televizyonun evlere girişiyle başlayan süreç, internetin yaygınlaşmasıyla bambaşka bir boyut kazandı. Televizyon bir dönem salonun “şeref köşesi”ne yerleşmişti; aile bir araya gelir, aynı görüntüye bakardı. Böylece o yıllarda aile ve toplum belirli bir zihinsel anlayışa kavuşturuldu. Bu zihniyet “alan memnun, satan memnun” zihniyetinden başka bir şey değildi… Bugün ise ekranlar bireyselleşti; herkesin elinde “kendi dünyası” var… Ve bu dünya sadece dışarıyı izlememizi sağlamıyor; aynı zamanda bizi de görünür kılıyor, izlettiriyor! Geliştirilen bağımlılıkla bedava sunulan hizmetler için “görünür olma hastalığı” yüzünden küresel çapta korkunç paralar ödüyoruz. Paylaşılan en büyük şirketler sıralamasında en başta gelenler dijital şirketler oldu.

Ev artık güvenli bir sığınak olmaktan çıkarıldı; kameralar, mikrofonlar, akıllı cihazlar, internete bağlı eşyalar, gizli izleme teknolojileri evin mahremiyetini delik deşik etti. Çocukların oyun sesine karışan bildirim tonları, sofrada açılan ekranlar, uykudan önce bile bakmadan durulamayan telefonlar, sürekli izlenen ve izleyen televizyonlar, tabletler, bilgisayarlar… Artık en mahrem anlarımız bile dijital izlerle kayıt altına alınır hâle geldi, hep birlikte izlenir hâle geldik; dahası, bunu ister hâle geldik.
Mahremiyetin erimesiyle gönüllü teşhir çağı baskın hâle geldi…

Photo by Glen Carrie on Unsplash

Bugün kimse insanları zorlamıyor; insanlar kendilerini gönüllü olarak sergiliyor, paylaşıyor, sunuyor. Dijital medya “görülmek” üzerine kurulu bir sistem hâline getirildi. İnsanlar artık yaşadıklarını değil, yaşadıklarının fotoğrafını/videosunu önemsiyor. “Paylaşılmazsa yaşanmış sayılmaz” yeni dönemin en savurucu kabulü hâline geldi! Kimse “kendi kalmak” derdinde değil; varsa yoksa görünür olmak, beğenilmek, alkışlanmak. Mahremiyet sadece gizlilik değil; insanın kendine ayırdığı sessiz bir iç odadır. Bu odadan mahrum kaldığında insanın benliği kamusallaşır. Her şey “hikâye” olur, her duygu “içerik” hâlini alır. Oysa bir şeyin anlamı bazen hiç söylenmemesinde, çoğu kez hiç gösterilmemesinde saklıdır!

Tecavüzün bedeli kaygı, yalnızlık ve yabancılaşmadır. Yaşadığımız bu sürekli teşhir hâli arkasından bir huzursuzluk getiriyor. Çünkü insan, görülmeye devam ettikçe kendine yabancılaşır. Sürekli izlenen, sürekli paylaşan biri artık kendisi için değil, izleyenler için yaşamaya başlar. Psikologlar bu duruma “dijital vitrin kaygısı” diyor. Her an bir sahne üzerindeymiş gibi yaşamak, kaygı ve duygu bozukluğunun kapısını aralayan bir etkiye sahiptir. Modern insanın sosyal medya ve dijital mecralarda kendini sürekli “sunma baskısı” ndan doğan bir psikolojik ve toplumsal olgudur bu… Oysa insan bazen en yakınlarına bile kendisini kapattığı anlara ihtiyacı olan bir varlıktır; herkese ait olan bir şey, kişi için yabancılaşmanın kaynağı olmuştur.

Evin duvarları artık dış dünyayı değil, dış dünyanın bakışını içeri alıyor. Mahremiyet kaybına uğrayan kişi sadece bir gizlilik sorunu yaşamıyor; aynı zamanda ruhsal bir erozyona uğruyor. İnsan kendine ve hakikate ait olma hissini yitirdikçe, kalabalıkların içinde daha fazla yalnızlaşır. İşte kişisel ve toplumsal bunalımın zemini böyle oluşuyor…

Photo by Peter on Unsplash

Elbette bu ayartıcı dünyadan zor da olsa kendini koruma yolları vardır. Öncelikle bu, “dijital perhiz” ve farkındalık gerektiren bir şeydir. Adına “dijital okuryazarlık” denilen farkındalığı elde etmek için sadece birazcık gayret etmek gerekiyor. Hangi çağda yaşıyor olursak olalım, “mahremiyet” korunması gereken bir lüks değil, varoluşun şartıdır. “Ben kendime ve hakikate bağlıyım ve kendiliğimi önemsiyorum.” demek, insan olduğumuza dair en önemli anlamı içeriyor. Bunun için evvel emirde dijital sınırlar koymak gerekiyor. Her şey paylaşılmak zorunda değil. Fotoğraflar, düşünceler, fikirler, sırlar, özel anlar… Bazıları sadece ve sadece bize kalması gereken şeylerdir.

Cihazlar kadar zamanı da kontrol etmek gerekiyor. İyi düşünülürse, dijital ve sosyal medyada geçireceğimiz zamanı öğrenmeye, kendimize, sevdiklerimize ve faydalı işlere ayırdığımızda elde edeceğimiz kazanımlar muazzamdır. Bunun için günde birkaç saatlik “ekransız alanlar” da bulunmak, zihinsel yenilenmeyi sağlayacak en önemli aksiyondur. Bu arada “veri farkındalığı” edinmek şarttır; hangi uygulamanın bize ait bir cihazda neye eriştiğini, bilinçsiz olarak neyi paylaştığımızı bilmeden özgür olamayız. Diğer taraftan bilhassa çocuklara “dijital mahremiyet” bilinci kazandırmak gerekiyor; çünkü en savunmasız mahremiyet, henüz farkında olmayanın mahremiyetidir.

Günümüz dijitalleşmiş yaşam tarzında kapıyı bizzat bizler aralık bırakıyoruz… Kendi rızamızla evimizin, ruhumuzun, ilişkilerimizin kapısını dijital dünyaya açıyoruz. Öyle ki zamane insanı kötülüğün kapısından bir kere girdiğinde, ilerleyişin hızıyla nerede, ne için başladığını sorgulamıyor bile! Mahremiyetin tekrardan kazanılması için kişisel ve toplumsal farkındalık gerekiyor. “Ben ve biz” nerede bitiyor, “herkes” nerede başlıyor diye düşüneceğimiz bir farkındalık…

Görülmekle yaşamak aynı şey değildir. En büyük özgürlük çoğu kez “kapıyı sıkıca kapatabilmek”le başlar.

Hâneye Tecavüz was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.