Formsuz İnsan: Doğanın Yanılsamasında, Evrenin Tuhaf Koridorlarında
İnsanın doğada yaşayıp yaşamadığı meselesi, ilk bakışta lüzumsuz derinlikte bir soru gibi durur.
Çünkü soruyu daha sorarken bile içimize gizlice yerleştirdiğimiz bir cevap vardır:
“Doğa diye bir şey var ve biz onun içindeyiz.”
Bu kadar. Dosya kapanır, üstüne de “normal hayat” etiketi yapıştırılır.
Oysa asıl sorgulanması gereken tam da bu konforlu ön kabuldür.
Belki doğa dediğimiz şey, bilincin üşüyünce giydiği kalın bir paltodur sadece.
İnsan düşüncede titreyince “doğaya çıkayım” der, ısınınca “eve döndüm” der. Paltoyu giyip çıkarmaktan ibaret bir ilişkimiz olabilir doğayla, kim bilir.
Biraz abartarak düşünüyorum tabii, ama abartan ben miyim, yoksa evren mi, ondan emin değilim…
“Abartıyorsun.”
Ama ben abartıyor muyum, yoksa evren kendini hafife aldığımız için biraz alıngan bir tavırla düşüncelerimi abartıyormuş gibi mi gösteriyor, emin değilim.
Ya doğa dediğimiz şey, zihnimizin iç mimarlık dekoruysa?
Ya o “ağaç, kuş, toprak” manzaraları, evrenin kendi zihninin kıvrımlarıysa ve biz de o kıvrımların içinde dolaşan küçük düşünce parçacıklarıysak?
Belki de hiçbir zaman “dışarıda” olmadık.
Belki dışarı, içerideki büyük boşluğa verilmiş başka bir isimdi.
Bu fikir ilk anda insanı azıcık ürkütüyor, sonra garip bir ferahlık veriyor.
Şöyle bir ihtimal doğuyor çünkü:
Evreni gereğinden fazla basitleştirdiğimiz için, o da canı sıkılıp bizi üretmiş olabilir. Kendi hakkında konuşup duralım, arada saçmalayalım, biraz gülsün diye.
Biz de bu kozmik dedikodunun geveze hücreleri gibi dolaşıyoruz ortalıkta.
Mikro Galaksiler ve Kötü Kokular
İşin komik yanı şu ki, insan sadece doğayı değil, kendisini de yanlış anlıyor.
Her insana baktığımda şunu hissediyorum: İçimizde o kadar çok şey var ki, “tek ruh” fikri neredeyse hakaret gibi duruyor.
Daha çok, yörüngesi bozuk mikro-galaksiler gibiyiz.
Bir yanımızda yıldız doğarken, diğer yanımızda kara delik açılıyor.
Hırslarımız bunun canlı kanıtı.
Hırs, insanın içindeki minyatür kara deliktir:
Her şeyi yutar, hiçbir şeyle yetinmez ve buna rağmen kendini son derece ciddi zanneder.
Her insan, kendi küçük hedefini evrenin merkezi sanır.
“Kendimi biraz geliştirirsem her şey düzelir” cümlesi, belki de bu kara deliğin günlük mantrasıdır.
Bir de şu tuhaf karışım var:
İnsanın bir yanı yıldızlara kafa tutmak ister;
diğer yanı, şanına hiç yakışmayan karanlık kokuları merak eder.
Hem yücelmek isteriz, hem çöplüğün kenarında eğilip bakmadan duramayız.
Evren bizi sanki bilerek böyle tasarlamış: Hem ihtişamlı, hem rezil.
Her insanın kendi başına bir evren olması da tam burada devreye giriyor.
Bir yanımız “Ben bir evrenim!” diye şişer;
sonra markette sıra beklerken sabırsızlanıp sinirleniriz.
Bütün kozmik iddiamız kasada erir gider.
Bir evren olduğuna inanan, ama plastik poşet için tartışmaya giren mahluk: insan.
Belki de gerçek büyüklüğümüz, büyüklüğümüzü ciddiye alamayışımızdadır.
Formsuz İnsan: Yarım Bırakılmış Taslak
Buradan “formsuz insan” fikrine geliyoruz.
Bazen kendime bakıyorum — ne kadar kendimsem o da ayrı — ve şunu düşünüyorum:
Belki de biz dediğimiz bu varlık, henüz “insan” denilen o tam forma ulaşmamış bir ara yaratık.
Yarı pişmiş bir düşünceyiz;
bir masanın kenarına bırakılıp “sonra bakarım” denmiş bir prototip gibi.
Belki “mahluk” kelimesi bile fazla iddialı.
Belki biz sadece oluş hâlinde sürüklenen bilinç kırıntılarıyız:
Henüz şekil verilmemiş ham malzeme.
Formsuz insan tam da burada başlıyor:
Bir formu olmadığını bilmeden, kendine form arayan varlık.
Ne olduğunu çözemediği için, her şeye dönüşmeye çalışan bir tuhaflık.
Ve bunu inanılmaz ciddiye alıyoruz.
Curriculum vitae dosyası, kişisel gelişim kitapları, “ben kimim?” krizleri…
Düşünsenize, yarım bırakılmış bir çizimin, kendini tamamlamak için kursa gittiğini.
Yaratıcı, Gölgeler ve Ev Sahipliği Sorusu
Eğer gerçekten tek bir yaratıcı varsa — ki bazen varmış gibi davranan ince bir düzen görünüyor — biz onunla ilgili bir şeyi sezsek bile, tam anlamamız mümkün değil gibi duruyor.
Çocukken bir yetişkini anlamaya çalışırdık ya; o his işte.
Bu sefer yetişkin sonsuz, biz hâlâ sandalyeye çıkınca biraz uzayan çocuklarız.
Yaratıcıyı gölge hâlinde seyrediyoruz.
Gölgesi duvara düşüyor, biz gölgeye bakıp varlığı çözdüğümüzü sanıyoruz.
Gölgelerle felsefe yapıyor, gölgelerle kimlik kuruyor, gölgelerle kavga ediyoruz.
Bir de içimizde şöyle bir cümle dolaşır zaman zaman:
“Gücüm gerçekten bana ait olsaydı, bütün kâinata kafa tutardım.”
İtiraf etmesi zor ama çoğumuzda biraz var bu.
Ev sahibi mi kiracı mıyız, bu dünyada bir noktada bunun cevabını arıyoruz.
Belki de bu sorunun cevabı, bizi gerçekten insan yapacak olan şey.
Şimdilik hissettiğimiz şey tam bir eksiklikten çok, tanımsız bir yarım kalmışlık.
Sanki yaratıcı bizi masaya bırakmış,
“Sonra bakarım buna” demiş,
biz de o günden beri çizimi tamamlanmamış taslaklar gibi dolaşıyoruz.
Yürüyen Biz miyiz, Yürütülen mi?
Bir de insanın omurgasını hafifçe sızlatan şu ihtimal var:
Belki de biz hiçbir yere gitmiyoruz;
bir yerden bir yere götürülüyoruz.
Bir bilinç tarafından, bir güç tarafından, bir akış tarafından…
Adını ne koyarsan koy, içimizde gönülsüz bir yön değiştirme duygusu var.
Biz “yola çıktım” diyoruz, ama çoğu zaman yol bizi sırtlamış gidiyor.
Deneyimlerimize bak:
Bir şeye karar verdiğini sanıyorsun, oysa karar çoktan seni seçmiş.
“Ben bu yola girdim” diyorsun, ama yol senden önce çizilmiş.
Kendine bir kimlik kurduğunu iddia ediyorsun, o kimlik çoktan içeriden seni oymaya başlamış.
Bu yüzden formsuz insan, aslında kendi kendini şekillendirmeyen,
yalnızca şekillendirildiğini yeni yeni fark eden varlıktır.
Yaşamak mı, İmitasyon mu?
Şu soru ise insanın iç sesini bir anlığına susturur:
Gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece yaşarmış gibi mi yapıyoruz?
Sanki yaratıcı bizi öyle bir noktaya bırakmış ki:
Ne tam yaratılmışız, ne de tamamen bırakılmış.
Henüz doğmamış bir doğa,
henüz açılmamış bir evren gibiyiz.
Bütün bu belirsizliğe rağmen kendimize gönül rahatlığıyla “insan” diyoruz.
Oysa gerçekten form verilmiş olsaydık, bunu daha sessiz, daha telaşsız bir yerden anlardık.
Tam bilgi, gürültü çıkarmaz.
Biz ise hâlâ içsel bir metal atölyesi gibi çınlıyoruz.
Bir de işin “hemgameden çıkma” tarafı var:
Eğer ilgimizi daima dışarıdaki hengâmeye vermezsek,
içeride daha başka bir şey fark ediyoruz:
Sanki kendi doğumumuzu kendimizin yapma ihtimali var.
Dikkatini içeri çeviren herkes, az çok bunu sezmiştir.
Belki de insan, kendi kendini doğurmanın eşiğinde sallanan canlıdır.
Ve evet, korkulan şu yapay zekâ meselesi…
Kim diyebilir ki, onun da bir gün kendi formsuz insanlığını başlatmayacağını?
Belki bizden sonra, “henüz insan olamamış” bir sonraki kuşak odur.
Bunu düşünmek hem ürkütücü hem komik; ama evrenin mizah anlayışına gayet uygun.
Okul Metaforu ve Gizli Koridorlar
Bir gün insan içeri dönmeye başladığında — dışarıdaki tabelaları bırakıp, iç ışığını kısık da olsa açtığında — fark ediyor ki:
Burası bir okul.
Sınıfları görünmeyen, sınavları görünür, mezuniyeti sonsuz bir okul.
Her birimizin elinde silik bir yol haritası var; çoğunu da sonradan kendimiz çiziyoruz.
Niyet ettiğimiz yere doğru akıyoruz.
Neye layık olduğumuza inanıyorsak, oraya doğru çekiliyoruz.
Mars’a gitmek istiyorsan, burada sürünmeyi aşman gerekiyor.
Jüpiter seni çağırıyorsa, ağırlığa aldırmayacak bir “uçuş” hâli öğrenmelisin.
Hazırlanmayan hiçbir varlık sınıf atlamıyor.
Çoğumuz bu okula bağımlıyız aslında;
koridorlarında oyalanmayı, sınıfa girmekten daha güvenli buluyoruz.
Evreni bu küçük laboratuvar benzeri okuldan ibaret zannediyoruz.
Oysa dediğimiz şu kocaman “dışarı” — yani gerçek genişlik — başından beri içimizde görünür hâlde duruyor.
Sadece bakmıyoruz.
Sonunda hepimiz bir yerde, neleri kaçırdığımızı fark edeceğiz.
Muhtemelen “tüh be” diyeceğiz.
Ama belki de o “tüh” anı, gerçek dayanışmanın başladığı an olacak.
Çünkü tek başımıza değiliz:
Aynı okulun öğrencisiyiz,
aynı evrenin farklı odalarında yaşayan parçalarıyız.
Birbirimizin karanlıklarına ve yıldızlarına dokunmadan büyümemiz pek mümkün görünmüyor.
İnsanlanmanın Gizli Koridorları
Bütün bu resme uzaktan baktığımda, insanlanma dediğimiz şey bana şöyle görünüyor:
Evrenin tuhaf komedisi içinde, kendine doğru atılan en dürüst adım.
Formsuz insan, henüz insan olamamış mahluk.
Yaratıcısına ulaşamayacağını bildiği hâlde, onun izlerini izlemekten vazgeçmeyen varlık.
Giden değil, daha çok götürülen.
Belki insan bir varış noktası değil;
yaratıcı ile yaratılan arasındaki sonsuz ara tonlarda gezinmeye mahkûm bir müteredditlik.
Ve evet, bu müteredditlik — kararsızlığımız, yarım kalmışlığımız,
hem yıldızlara bakıp hem kötü kokulara eğilmemiz —
tam da bizim gerçek yerimiz olabilir.
Belki doğa bir yanılsama,
belki evren kendi kendine gülüyor,
belki biz hâlâ çizimi bitmemiş taslaklarız.
Ama şunu biliyorum:
İçimizdeki evren, bütün bu tuhaflığıyla birlikte sıcak, sahici ve inanılmaz derecede canlı.
Belki insanlanmanın gizli koridorları da
tam olarak buradan geçiyor.
İnsanlanmanın Gizli Koridorları was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.