“Kaybetme Sanatı” Üzerine

Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı

görünürde o kadar çok şey niyetlidir ki kaybedilmeye

hiç de bir felaket sayılmaz onların kaybolmaları.

Her gün bir şey kaybedin. Kabul edin anahtarları

kaybetmenin telaşını, boşuna harcanan saati.

Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı.

Daha çok, daha çabuk kaybetmeye alıştırın kendinizi,

yerleri, isimleri, tasarladığınız yolculuk planlarını,

nasılsa bir felaket sayılmaz bunların unutulmaları.

Annemin saatini kaybettim. Sonra bak, en son evimi

ya da ondan önceki sevdiğim iki evim de gitti.

Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı.

İki şehir kaybettim, iki güzel şehir. Topraklarım vardı

uçsuz bucaksız, iki nehrim, varlığım koca bir kıtaydı.

Arıyorum hepsini. Ama bir felaket sayılmaz kaybolmaları.

Seni bile (o şakacı sesini, sevdiğim bir davranışını.)

Yadsıyacak değilim. İşte apaçık ortada,

Öğrenilmesi çok güç bir şey değilmiş kaybetme sanatı

her ne kadar (Yaz işte!) bir felaketi andırsa da yaşanması.

Elizabeth Bishop’a ait bu şiir ile ilk karşılaştığımda sanırım henüz 14 yaşındaydım ve yine de beni epey sarsmıştı. 14 yaşımdaki ben ne çıkarmıştım bu şiirden veya bana neler hissettirmişti hatırlamıyorum ama bir his kalmış olmalı geride, bir farkındalık belki: büyümenin kaybetmeye içkin olması ve kaçınılmaz bir şekilde bunu yaşayacak olmam.

Aradan 10 yıl geçmiş, şimdi 24 yaşımda sıkıca sarıyor bu şiir beni ve şefkatle kucaklıyor. 14 yaşımdan bu yana kaybettiklerimi fark ediyorum: Şiirdeki anlatıcı gibi iki şehir kaybediyorum. Çocukluğumun geçtiği şehri çoktan kaybettim ve güncel olarak yaşadığım şehri de kaybediyorum şimdiki zamanın içinde. Artık bu şehri sevmiyorum, burada güvende hissetmiyorum, ait hissetmiyorum. Elbette bunun kişisel olduğu kadar toplumsal ve politik birçok sebebi var ve bu sebepler kişisel olanlardan çok daha sarsıcı ve etkili ama bu yazıda kişisel bir yerden inceliyorum yalnızca bu hissi.

Bishop’ın şiirde önce küçük kayıplardan bahsedip- anahtar, bir saat- sözü ev gibi, şehirler ve ülkeler gibi kaybedebileceğimiz daha büyük ve kuşkusuz daha sarsıcı aidiyetlerimize getirmesi ama finalde onu kuşattığını hissettiğim bir çekince ile bir kişiden bahsetmesi beni hep çok etkilemiştir.

Seni bile, dediği yerde sanki duraksıyor biraz oyalanıyor, o kişiyi düşündüğünde aklına hücum edenler oluyor: (O şakacı sesi, sevdiği bir davranışı) yalnızca o kişiye özel, o kişiyle kurduğu ilişkiye özel şeyler. Sevdiğimiz birinin kaybını en sona yerleştirmiş Bishop, çünkü bence öncesinde bahsettiği tüm kayıpları da içerme yetisine sahip bir kayıp türü bu.

Bir insan hayatımızdan çıktığında peşinden onunla birlikte kurduğumuz, tanıdığımızı sandığımız kendimizi de sürüklüyor. Paylaşılan zamanı, mekanları, o zamanlarla ve mekanlarla kurduğumuz bağlantıları da söküyor ve sonrasında tüm bunları yeniden inşa etme sorumluluğuyla baş başa kalıyoruz. Aynadaki yansımamızı o kişiden kalan parçalardan ayrıştırabilmeye; geriye kalan görüntüyü yeniden tanımaya, sevmeye, ona inanmaya çabalamak gerekiyor. Tüm bu karmaşıklık arasında hatırlamaya çalışıyoruz: Nasıl biriydim ben ve nasıl biriyim? Hangi özelliklerim bana aitti, hangilerini onunla kurup içselleştirmiştim? Nerede ve nasıl tamamen kendim gibi ve güvende hissediyordum?

Bir defa yola çıkınca eve dönmenin artık imkansız oluşuna dair kadim bilgiyi daha iyi anlıyorum şimdi. Ev en çok da insanlar demek ve bu yüzden dönüşmeye, değişmeye ve bazen yitirilmeye içkin. Çünkü hiçbir şeyi olduğu gibi sarıp saklayamıyoruz. Karşılıklı zarar veriyoruz, sessizlikle yaralıyoruz, korumaya dair çabalarımız yetersiz kalıyor ve kaybetme sanatında becerilerimiz gelişiyor. Gelişmek zorunda kalıyor.

Başta bu şiir beni şefkatle sarıyor demiştim ama yazının geri kalanıyla bu cümle çok tutarlı olmadı, yazarken bir anda daha karamsar bir yerde buldum kendimi. Aslında bu şiir beni karamsar hissettirmedi hiçbir zaman, aksine hep zor günlerimde yeniden aklıma geldi ve kaybetme deneyimini paylaştığımı hissettirdi. Şiirde öğrenilmesi güç bir şey değilmiş kaybetme sanatı cümlesi tekrar ettikçe kaybetmenin kaçınılmaz oluşunu fark ediyoruz, kendi kayıplarımızı yüzeye çıkarıyor bu tekrarlar ve sanki anlatıcı sesle yan yana hissediyoruz kendimizi; öğrenilmesi güç olmasa da yaşamasının ne kadar güç oluşunu paylaşıyoruz.

Bu şiire dair en sevdiğim nokta parantez içindeki (Yaz işte!) bölümü. Kayıplarla yaşamış ve yaşıyor olup sonunda kayıpların bu şiire dönüşümü, hatırlamanın ve anımsamanın yaralayıcı ve zor ama işte okuyor olduğumuz şeyi, tam o anı doğurması (Yaz işte!) kısmında somut bir hâl alıyor sanki.

Yazılan metinle, şimdinin gerçeğini iç içe geçiriyor parantez içindeki bu kısım ve anlatıcıyı görünür, okuyucunun kaybetme deneyimine ortak kılıyor. Bu parantez içiyle birlikte Bishop zihnindeki mücadeleyi şimdiki zamana çekiyor, şiiri okuduğumuz anla eş zamanlı hâle getiriyor adeta.

Bishop’ın kişisel hatırlama deneyimini bu şekilde yansıtması bana kayıplara rağmen tutunduğumuzu, devam ettiğimizi ve edebileceğimizi hissettiriyor; kaybetme sanatı’ndaki sanat kelimesinin anlamını genişletiyor, pekiştiriyor.

Yazının bu noktasında aklıma Elena Ferrante’nin orijinal ismi I giorni dell’abbandono, Türkçesi Sen Gittin Gideli adlı kitabından bir alıntı geliyor:

“Neden ve etkiyi bir arada düşündüğümüzde, özensizliğimizden kaynaklanan pek çok yırtığı peşimiz sıra bırakıyorduk. Önemli olan, beni şu an tutan örgünün iplerinin sağlamlığı, kopmamasıydı.”

Buna inanıyorum ve inanmaya çabalıyorum, şimdiki zamanın içinde.

Kaybetme Sanatı’nın da içinde olduğu Elisabeth Bishop’ın toplu şiirleri.

“Kaybetme Sanatı” Üzerine was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.