Kurmaca Değil Dünya Hali! (Anlık, Günlük, Haftalık)

Ve fakat içinde çok fazla kurmaca referansı var.

Bu haftaki karantinamı;

Paptircem
(Kaç tane ciğer söktüren şarkısı var, sayamadım. Buraya birkaç tanesini ekleyeceğim. Her bir şarkının adı teselli mi, dua mı? Ben seçemedim — beğendiğiniz olursa siz seçin…)

  • Sandım ki
  • Yamadım Yaralarımı
  • Kaybettim Yirmilerimde
  • Çizelim Biri
  • Gökyüzüne Taşınsam

Murat Menteş

(Garanti Karantina en sevdiğim şiir kitaplarından biridir… Manidar mı?…)

Sulu Boya

(Gece gündüz boya ve kâğıt israfı
 — Faces / Emotions temalı –
Etrafı batırmak da cabası!)

Emrah Sefa Gürkan

(Özellikle film incelemeleri yaptıkları Opus Magnum videolarını daha çok izledim. En çok Good Will Hunting’i inceledikleri bölümü beğendim çünkü bu filme dair bilmediğim pek çok trivia bilgi vardı. Ayrıca o dönemin dinamiklerini hatırlamak da hoşuma gitti. Link)

Ve her zamanki gibi, idollerimden biri olan Nevşin Mengü eşliğinde tamamlıyorum. İletişim çalışmalarıyla ilgilenenler için, Pazar sabahları Orhan Şener Deliormanlı ile yaptıkları “Bunlar” programı özellikle kaçırılmamalı. Ben, Cansu Şimşek ile cumartesi günleri belirli bir popüler kültür haberi üzerine yaptıkları “O sırada Birinci Dünyada…” programını da sömürüyorum.

— Peki SULU BOYA’nın listedeki yersizliği… Beni bu mention’dan çıkarın diye bağırıyor adeta… Canım 47 numara bay terlik kadar yerin var bu listede, sızlanmayı kes. —

Bilen bilir, bilmeyenler için kısa bir özet:

Bağışıklık sistemimin bana oynadığı bir oyun olarak;
son on yılım uzun süren hastalıklar, eve kapanmalar ve bir şeyleri mecburen yarım bırakmakla geçti.

Bu dünyadan olmadığımı hep biliyordum. (Kafama vura vura öğretti sağ olsun.)
Bir şeyleri zorlayınca olan bu işte, sevgili Gözde.
Uymayınca uyarı veriyor.
Ve fakat ben de bayılmıyorum ozon delikli atmosferine, mavi geoit… Mecburiyet işte.

Bağışıklık sistemim, bilinçaltım ve atalarımdan gelen travmalarım 1.58’lik vücudumda damat halayı oynuyor.
Damat yok. Bu gidişle olmayacak da gibi.

Zaten ben de kamusal alanda yokum.
Anneme milyonuncu kez şu soruyu sordum:
“Anne, ben ne zaman sağlıklı olacağım?”
Ve onun da yıllardır değişmeyen, inanç dolu cevabı:
“Olucan annem.”

Olmayacağına bazen emin gibiyim ama sadece bu cevabı duymak için bile soruyorum.
Rasyonalite vs. iç rahatlığı.

Tek başıma geçirdiğim bir başka onuncu karantinam muhtemelen.
Eh, biz de birileriyiz yani… tecrübelerimiz…

Neyse ki yalnız olmak benim için bir varoluş meselesi. Kendimi hatırlayabildiğim andan itibaren hep kendime hikâyeler anlattığım için sıkılmıyorum, fakat bazen aşırı iyi espriler yapıp o krediyi alamayınca biraz üzülüyorum. Başka bir an için saklanması gereken komediler…

Ve o anlarda göz göze geldiğim
komodinin üstündeki ilaçlar ve vitaminler…

Bazı günler hiçbir şeye şaşırmıyorum.
Öğrenilmiş çaresizlik deneyindeki o fil yavrusu gibi hissediyorum. Aslında yaptığım şey, kendime anlattığım bir kehanetin gerçekleşmesini izlemek. Kimi uzman buna self-sabotage — kendini sabote etmek — diyor;
ben ise “Benim kendimden başka düşmana ihtiyacım yok,” diyorum.

Bununla ilgili bir başka yazım geldi gelecek, eli kulağında. Geldiğinde link veririm.

Bu yazının şarkısı:
🎧 Owner of a Lonely Heart — Yes

— Evet, Monster — Ed Gein Story’yi yeni bitirdim. Zaten tek beklentim Charlie Hunnam’dı çünkü uzun zamandır Netflix dizilerinden bir şey beklemiyorum. Sağ olsun, o da oynamış. Yorumum bu kadar. Şarkıyı çarptım ama hemen, o iyi oldu. —

Kesinlikle — yalnızlıkla ilgili — bir şikâyette bulunmuyorum. Öyle anlaşılırsa çok üzülürüm. Dediğim gibi, kendimi son derece güldürebilen biriyim.

Hazır burada kendimi yine fazlasıyla açıklama durumuna girmişken…
Bu yanlış anlaşılma konusuyla ilgili Gözde Kural’ın Zeynep Atakan ile olan videosundan bir bölüme referans vermek istiyorum.

Gözde Kural, büyürken sahip olduğu öfkesinin aslında yanlış anlaşılmaktan — sevgisinin anlaşılmamasından — kaynaklandığını anlatıyor.
Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu olan biri olarak, yanlış anlaşıldığı için sürekli kendini anlatma çabası içinde olduğunu söylüyor.
Bir gün bir büyüğü ona şöyle demiş:

“Sen sürekli kendini anlatmaya çalışıyorsun. Hayat seni çok yorar. Anlatmaya değil, anlamaya çalış.”

Birebir böyle olmayabilir ama bu minvalde.
O da hayatının devamında çabasını bu yönde şekillendirdiğini söylüyor.

Adaşım olması haricinde, paylaştıklarıyla o kadar birebir aynı hissediyordum ki — hep hissetmiştim — ve hâlâ kendimi anlatmaya çabam, artık takdire şayan değildi belki de.

Hayatındaki başka kimsenin böyle bir çabası yok, Gözde, farkında mısın?

Bir başka DEHB Gözde olarak, hissettiklerimin ve tecrübelerimin bir benzeriyle karşılaşmak bu hafta düşüncelerime yâr ve yardımcı oldu diyebilirim.

Öfkemin kaynağı hakkında zaten çok fazla alt metnim vardı;
ancak sinema profesyonellerinin konuştuğu bir programda aniden benzer bir hikâyeyle karşılaşacağımı düşünmemiştim. Mutlu mu etti, bilmiyorum ama bir başkasının başa çıkma mücadelesini görmek her zaman ilham verici.

Bu konuyla ilgili çağrışım olarak aklıma Elizabethtown’da Kirsten Dunst’ın Orlando Bloom’a söylediği sahne geliyor:

KD: “Sen benden sürekli ayrılmaya çalışıyorsun ama biz birlikte bile değiliz.”
OB: “Değil miyiz?”
KD: “Biz yedek insanlarız, unuttun mu?”

Bazen o çok yüksek “kendimizi açıklama” çabamızın bir karşılığı olmadığını bile anlamıyoruz. Kendimizi yormak dışında, karşımızdakini de yok saymak belki de bu. Oysa Orlando biraz sakin olup düşünseydi, Kristen’ın durduğu yeri görebilir ve iletişimlerinin durumunu analiz edebilirdi.

Yine de “anlaşılmamak”ın getirdiği dışlanmışlık, tek bırakılmışlık hissi — 
Kafka’ya referansla — “abartmak çünkü anlaşılmak istemek” — son derece insani.

Bu arada, Elizabethtown benim en sevdiğim RomCom’lardan biridir.
Diyaloglara, karşıt karakterlere, seyahat temasına, merhametli sevgiye, hayatın karşımıza çıkardığı absürtlüğe çok yalın ve naif bir yerden baktığını düşünüyorum.
Vaktiniz varsa ve 2000’ler sinemasını özlediyseniz, bu tatlı filme bir şans verin derim.

Görselde You’ve Got Mail’den Meg Ryan’ın hasta olduğu bir sahneyi kullandım.
Bu film benim için tam bir kült — 90’ların kral RomCom’u. Küçükken o kadar çok izledim ki, dublajlı hâlinin repliklerini ezbere biliyorum.
New York, 90’lar, kitaplar ve kitapçılar, sonbahar, zıt kutupların aşkı, bilinmezin çekiciliği, Meg Ryan’ın tatlılığı, Tom Hanks’in çekiciliği…
Unuttuğum bir şey varsa siz yorumlara yazın.

Bu film hakkında yazmak bile yüzümde bir gülümseme bırakıyor.
İyi ki çekmişler seni, ne filmdin be!

“Eğer adresini bilseydim sana ucu açılmış yeni kurşun kalemler yollardım.”
“Sence de papatyalar dost canlısı değil mi?”

Aynen öyle, Kathleen Kelly. 🌼

Şu an Menteş’in Dublörün Dilemması’nı okuyorum, çünkü ben bir şeyleri sırayla yapmayı hiç sevmem. Belki de bu yüzden, yirmi yıl önce çıkan kitabını en son okudum.
Yine kendimi mi açıklıyorum? Eh, ben benden sorumluyum; azıcık açıklama da dinleyeceksiniz artık…
Sıra size gelince siz de kendinizi anlatırsınız, heyecana mahal yok.

Neyse — vücudumun her bir zerresinde çalışmayı sürdüren bu dozer ağrıları eşliğinde, beni kıkır kıkır güldüren bu kitaba teşekkürlerimi bir borç bilirim.
Siz de benim gibi kafası karışık biriyseniz bu kitabı uzun süre bekletmeyin; öne alın.
Ya da bekleyin, en üzgün olduğunuz zamanlarda okuyun… çünkü çok eğleneceksiniz, a dostlar!

Şimdilik bu kadar.
Belki bu günlük formunun bir yenisini bir süre daha beklersiniz; ancak birkaç “kişisel gelişemeyişimiz” hakkında yazım hazırda bekliyor — dediğim gibi, gelmek üzere.

O zamana kadar kendimizi yıpratmadan, hırpalamadan kendi “şey”lerimizi yapalım. Ve şunu unutmamak önemli: “Önce biz, sonra geri kalan her şey.”

Ben de bunu kendime hatırlatmaya çalışacağım.

“Nos vemos en otra vida.”

Xoxo Chica

Kurmaca Değil Dünya Hali! (Anlık, Günlük, Haftalık) was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.