O Ülkeyi Bekleyen Korkunç Tehlike! (Türkçe Bilimkurgu Öykü)

Not: Burada ve çeşitli platformlarda yer alan bütün içeriklerim 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nca korunmaktadır. İzinsiz kullanılamaz.

Cumhuriyet’in 100. yılına ithafen 2023 senesinde yazılmıştır ve teması ‘’Cumhuriyet ve Kadın’’.

Bugün, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk hayata gözlerini yumduğun 87. yıl dönümünde minnetle anıyor ve minnetimi göstermek adına bu Kadın ve Cumhuriyet temalı öykümü paylaşıyorum.

GÖRSEL:klimaplay1

Gülbeden ve arkadaşları topluca bir illete yakalandı. İllet arkadaşlar arasında ondan buna, bundan şuna bulaşıp durduğundan bir türlü atlatamadılar. Gençlere musallat olan bu illet, umutsuz bir aşk, bir olanaksızlık idi. Memleketi içine düştüğü kör kuyudan aydınlığa çıkarma arzusu kara sevda misali ruhlarını kemiriyordu. Fakat bir avuç insandı onlar. Beceremediklerinden değil ama günden güne kelaynak kuşu gibi tükenip durduklarından pes ettiler. Fakat iyi bildikleri bir şey vardı, daha iyi bir gezegen mümkündü ve onlar daha iyi bir gezegende daha iyi bir ülkede daha tatlı bir hayatı hak ettiklerine ikna olmuşlardı.

— — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — —

Sözü geçen gezegen Dünya değil efendim. Aman yanlış anlaşılma olmasın. Gülbeden ve arkadaşları başka bir gezegende, jeopolitik konumu nedeniyle ezelden günümüze huzursuz bir ülkede yaşayan, gencinden bir entelektüel insan topluluğu. Anlatacağım bu hikayede, Gülbeden ve dostlarının insan olmalarının yanı sıra, bildiğimiz gezegene dair benzerlikler karşınıza çıkacak. Bütünüyle istisnadır. Kaide bozulmaz bu gezegen başkadır, o ülke diye anacağımız yer ise gizemli bir diyardır.

Gülbeden ve arkadaşları, o ülkeden umudu kestiklerinde sevdalarını yüreklerine gömdüler ve hep birlikte bir adaya göç ettiler.

Çok çok uzakta, bulutlarda değil ancak yeni gezegenin denizlerinden birinin ortasında bir adaya.

Velhasıl kelam hep birlikte mükemmel bir biçimde delirdiler ve kendi kolonilerini, hayallerindeki o fevkalade toplumu, sevinçli milleti kurma işine giriştiler.

‘’ Efendim, toplumsal çürümenin temelinde eli dolu fakat kafası boş insanlar vardır. Özellikle bu sebeple, böyle insanların yer aldığı iş alanlarında mümkün mertebe yapay zeka kullanmalıyız. Huzurlu bir koloni istiyorsak, kokuşmak riskini göze alamayız. Bunları hiçbir surette adamıza sokmayacağız.’’

Aytekin’in sözleri sertti lakin bu zehirli üslup ukalalığından veya merhametsizliğinden değildi. Açık sözlü olmasının yanı sıra cehalete karşı bir hınç alma arzusuna kapılıyor, temizlikçi, çaycı, kapıcı gibi insanlar hakkında burnundan soluyarak böyle konuşuyordu. İster istemez çürüyen bir toplumda bizim delilerin de kokuştuğu oluyordu. Aytekin de öfkeden çılgına dönerek konuşma yaparken ister istemez böyle kokuşabiliyordu.

Gülbeden hemen Aytekin’in konuşmasına müdahale etti ve sözlerini kesti, susturdu onu. Adamın gönlü temizdi, biliyordu fakat politik doğruculuk öyle tedirgin edici bir vaziyet almıştı ki her an bir hır gür çıkacak korkusu ile her kelimenin ve tavrın ölçülüp tartılması gerekiyordu. Sonra Gülbeden kendi haline şaşırdı, duraksadı. Çoktan adaya geçmişlerdi. Etrafta ne hır gür çıkaracak bir öfke bombası ne de hassas damarları kaşınmış bir intikamcı vardı. Deliler Kolonisi güç bela kurtulmuştu. Onlar, çökmekte ve kokmakta olan o ülkenin, göçlerle yaşadığı kan kaybına katılmayanlardı.

Aytekin, Kubilay, Çağlar, Şahika, Ayla, Şebnem, Buse, Nihat, Gülbeden, Kübra ve silik, içe dönük, sesi soluğu zihninde çığlık çığlığa patlarken, tüm acı ve isyanlarını boğazında bir yumru misali tutan, uyanık ve küskün bir alay deli.

Bu kaçış projesini her biri elini taşın altına koyarak finanse etmişlerdi. Bir başka ifadeyle bu adayı satın almışlardı. Ada elbette yeni gezegendeydi fakat kolay erişilemeyen bir yerde, denizlerden birinin akla gelmedik bir kuytusunda. Ben bile söylemem yerini zira bu yeni kurdukları huzur toplumun en mühim sırrıdır. Söylesem bile bilmediğiniz gezegende mevcut bir adanın yeri size bir mana ifade etmez.

Adaya yerleşeli beri birkaç ay geçmişti. Evvela bir dinlenmek istediler sonradan kuracaklardı yeni ülkeyi. Bu ciddi girişimin en cesur kişisi Gülbeden’di ve lider olacaktı delilerin başına. Oy birliği ile seçmişlerdi Gülbeden’i. Gurur duyuyorlardı bir kadın öncülüğünde ülke kuracak olmakla. Gülbeden, ada ülkenin fikir anasıydı aynı zamanda. İşler Nihat ve onun gibi pasif korkaklara kalsa burunlarını memleketlerinde kalmış evlerinin bahçelerinden bir adım öteye çıkaramazlardı:

‘’Yahu kadın! Ne saçmalıyorsun? Bir şirket kurmak ve sürdürmek bile büyük bir mesele iken ne ülke kurması? Hah haha!’’

Alaycı güledursun Nihat, Gülbeden dediğini yaptı.

Nihat’ın cesaret kıran lüzumsuz sözlerine o gün şöyle yanıt vermişti:

‘’Hiç sevmem şu meşhur gazeteci Ayhan Yaşar’ı ama doğru bir sözü var ‘’bu toplumun insanı bir şeyin nasıl olacağını değil ama nasıl olmayacağını hesap ediyor.’’’’

Sonra Gülbeden fikrini kulaktan kulağa yaymaya başladı. Zamanla arkadaşlarını ikna etti.

Ne kaybedeceklerdi? Kaybedecek hiçbir şeyleri kalmamıştı ki. Ülke kaybediyorlardı daha ne olsun? Eğer kalırlarsa onları sadece zor günler beklemiyordu. Bu kez onları bekleyen son günlerdi ve çaresizlerdi.

‘’Neden şimdiye kadar yurtdışına göçmedik ki?’’ demişti Ayla, kolonide sivrilen ve bol konuşan bir kişilikti. Fakat önemli hususları gündeme getirirdi. Yurtdışı bir seçenekti ama onları durduran sadece memleketi kurtarma sevdası değildi. Bu yüzden Ayla konuyu gündeme getirdi. Yarın bir gün illetten kurtulan olursa, kurtulan vatandaş ülke kurulacak adadan çekip gitmek ister miydi? Bu konu üzerine konuşmak mühimdi zira kime güvenecekleri iyi bilsinler.

Şahika gülerek ‘’Bir çoğumuz en iyi okullarda eğitim görmüş, evinde tahtı kurulu fakat dışarı çıkınca tacını kaybetmiş bir kral veya kraliçe gibi şaşkına dönen bir garip insan evladıyız. Tabiri yerinde ise üstünlük kompleksi ile aşağılık kompleksi arasında sıkışıyor olabilir miyiz? Mesela benim derslerim çok iyiydi. Çalışıp çabaladıktan sonra her işi becerirdim. Kimse yeteneğim olup olmadığını sorgulamazdı. Herkesin çocuğunun çok zeki olduğu bu memlekette sadece hayatta değil her işte başarılı olmanın tek ölçütü vardır efendim. Hepiniz bilirsiniz, hayatımızın sınavı, üniversite sınavı. Bunu başaran her işi başarır. Ailem için harika bir çocuktum ben, aynı her biriniz gibi. Fakat dışarıda öyle değiliz galiba. Dışarıda evvela pasaportunun senin değerini belirlediği yerler var. Bizim millet birbirini yerken, senin özün bu, benimki ise şu diyerek birbirini karalarken kendi elindeki pasaportu itibarsızlaştırıp durdu, biliyorsunuz. Zaten ondan ötürü bir davranış çirkinliğine maruz kalma riskimiz var. İnciniriz, buna dayanamayız. Ötesinde bir de şu var; annemizin babamızın bize anlattığı kadar mükemmel değiliz. Her iş muhteşem bir okulu derece ile bitirmekle veyahut o sınavdan ömürlük üstünlük sertifikası sayılan bir derece almakla yapılmıyor. Kimi işler var insanın özünde bir yeteneği şart koşar. Biz onu anlayamıyoruz. Dışarı çıkınca ise sittin senedir yapılan şu sınavın dünyanın başka bir yerinde pek bir anlam ifade etmediği suratımıza çarpılıyor. ‘’Üstünlük kompleksimiz acaba aşağılık kompleksi tohumlarından serpildi ve garip bir mutasyona mı uğradı?’’ sorgusuna düşünüyoruz. Anamızın, babamızın istediği her şey olduk derken bir bakıyoruz bu sonuçta başka birilerinin arzusu. ‘’Ben ne olmak istemiştim acaba?’’ diye sormak için ise epey bir gecikmiş oluyoruz. Bu sefer çatışmalar. Ha bir de konfor alanımıza en düşkünler biziz galiba. Bir ülke değiştirme bir insanın hayatında devrim. Devrimler tembel işi değildir. Konfor alanına düşkünler için ise mümkün bile değildir.’’

Ne zırvalıyor bu Şahika derseniz biraz müdahale edeyim. Zırva değildir efendim, hanımefendi psikologdur ve tespitleri yerindedir. Eski gezegenin her çağında birileri kendilerini başka birilerinden üstün görüp durmuştur. Gerek renginden gerek cinsinden ötürü kendini ötekilerden çok daha mühim zanneden birtakım kişiler ve toplumlar tarih boyunca var olmuştur. Zira onların tarih boyu süregelen varlığıdır o gezegeni günden güne beterin beteri eden ve uygarlıkları çökerten, çökertirken çürütüp, kokuşturan. Aynı sorunlar bu gezegende de süregeliyor. İnsan barındırdığından olsa gerek. Şahika’nın acı acı gülerken değindiği de bir nevi ırkçılık üzerinden gördüğü muameledir. Memleketindeki evinde bir tahtın taçsız prensesi veya prensi, dışarı çıkınca kendini herhangi biri olarak bulunca ister istemez bir sarsılıyor tabii. Yetmezmiş gibi bir de bahsettiğim ayrımcılar var gezegende, onlara rast geldiği zaman daha beter. ‘’Herhangi biri’’ muamelesini özletecek türden merhametsiz ‘’hiç kimse’’ muamelesi. Sağlığa çok zararlı. Taçsız prens ve prensesler için tedavi süreci gerektirmesi bile olası. Şu halde netice ‘’eh, hadi o zaman, eve dönelim,’’ olabiliyor.

Şahika, Gülbeden, Aytekin, Ayla, Nihat ve diğer deliler böyle şeylere pek gelemez. Aslında bu tam olarak bir evin bir oğlu, bir evin bir kızı falan filan olduklarından da değildir. Kendilerini mühim saydıkları için mi? Yok yine değil. Birçok vatandaşa nazaran görece hassastır bu insanlar. O sebeple onlar da çıkıp gidecek kapı bulmuştur ama geride kalıp mükemmel delirmeyi seçmişlerdir. Üstelik gitmek artık kaçmak değil kurtulmak iken bu konforlarına düşkün, hassas ,entelektüel topluluk burnundan ötesine adım atacak halde değildir. Son dönemlerde bir rehavet çökmüştür üstlerine. Kaderlerine razı gibi bir halleri vardır ama mesele rızaları da değildir. Mesele yorgunluktur. Ruhsal yorgunluk.

Çok yorulmuş ve bıkmışlardır. Sadece fiziksel olarak değil zihinsel olarak da tükenmişlerdir. O yüzden gitmek onlara uymamıştır. Gülbeden’in fikri bir defa ikna olduktan sonra hepsine en cazip çıkış yolu gibi görünmüştür.

Gitmek lakin el ele verip hep birlikte gitmek. Yeni bir ülke kurmak. Hatta yeni bir dünya. Bu ıssız adada, büyük düşlerle. Kendi kendine yetecek, en ileri ve en doğasever teknolojilere bürünecek, toplumu nitelikli ve faydalı bir ada.

Ayla kimi zaman romantik ve melankolik haller takınırdı:

‘’Keşke tam el ele tutuştuğumuz anda bir göktaşı çarpsa ve şu koca gezegen yok oluverse. Hep birlikte bir hiç oluversek. Ne şahane bir kurtuluş olur ama…’’

Gülbeden gülmüştü bu laflara:

‘’Kurtuluş ihtiyaç olmayacak. Sıfırdan başlayacağız ve göklere yükseleceğiz. İstikbal göklerde.’’

Daha 40'ına varmamış şu gençlerin ruhları öylesine yorgundu ki gitmek deyince herkesin yüzü ekşiyordu. Hele ki bir şeyler kurmak, üstelik ülke kurmak, ne angarya işler. İlk başlarda hep olmaz gözüyle baktılar böyle ancak sonra hepsi ikna oldular veya aslında sıkışmışlıkla bu yola başvurdular. Zira kokuşuyordu memleket, koku artık rahatsız ediyordu ve hatta kovuyordu hassas delileri.

İşte o eski memleketin kâh bar köşelerinde kâh çay bahçelerinde hep bu ada satın alma ve yeni ülke kurma sohbeti dönüp durmuştu son zamanlarda. En sonunda kendileri gibi bir sürü mükemmel delirmiş insan bulup (ki aslında bir ülke kurmak için bir avuçtur) pılını pırtını toplayıp adaya taşınmıştı hepsi.

Ada toprağı bereketliydi. Ekip biçip doyarlardı. Ada arazisi genişti bir sürü insan sığardı. Ada havası temizdi, keyifleri yerinde olurdu. Şimdi nüfus sorununu çözmeleri lazımdı. Herkes birbiri ile eşleşecekti. Hepsinin yüzü ekşidi. Salgınlardı, dijitalleşmeydi derken ardı ardına gelen dayatmacı düzen güncellemeleri yüzünden herkes birer agresif, herkes birer ‘’derhal her şeyden bıkan, hanım veya bey’ olmuştu.

‘’Nasıl olacak başka?’’ diye sorunca Gülbeden, tüm önde gelenler birbirine baktı. Biri bir fikir üretsin diye umut etti. Aşikar, kimsenin birbirine katlanacak vaziyeti yoktu.

‘’Sanki yapay kuluçkalarımız var, orada insan evladı yetiştireceğiz,’’ burun kıvırıp söylendi Nihat. Arkadaşlarına kızdı ve kimsenin bir hayrına dokunmayacak bu lüzumsuz lafları etti. Her zamanki gibi bir işin nasıl olacağı ile alakadar değil nasıl olamayacağı ile alakadar fikir beyan ediyordu.

Başlarını salladılar ve çaresiz ikna oldular. ‘’Tamam, sen yeter ki sus!’’ tavırları, silik karakterlerden birkaçında gözden kaçmadı.

Gülbeden’in eşi zaruretten Aytekin oldu. Başka bir gezegende, huzursuz ancak pek sağlam temelli bir memleketin kurucu bir önderini örnek aldığından bekarlıktı kadının tercihi. Lakin kısmet değildi. İşte Aytekin tam o sırada söylemişti hikayenin başındaki lafları. ‘’yapay zeka kullanacağız, bol bol robot diyorum. Kâh humanoid robot, kâh düz bir iş makinesi. Tüm ayak işlerini robotlar görecek, tüm taşımacılığı dronlar yapacak, adamızda kati suretle benzinli araç kullanılmayacak.’’

Araç meselesine birden geçtiler. Fakat ortada benzinsiz araç şöyle dursun, üç tekerlekli bisiklet bile yoktu. Ayla’nın hoşuna gitmedi bu sözler. İdareten bile olsa elden ne gelirse üretmek ve ilk aşamada onu kullanmak akla yatacaktı bu yüzden ‘’ata mı bineceğiz bu devirde?’’ diye sordu kinayeli.

Gülbeden güldü:

‘’Bisiklet olmaz mı?’’

Hayal kırıklığına uğradılar. Büyük düşler kuruyorlardı. Bisiklet ve ileri teknoloji, trajikomik bir düş kırıklığı ifadesi öne çıkan karakterlerin yüzünü kapladı. Kubilay müdahale etti:

‘’Herkesin kişisel dronu olsun veya öyle doğa dostu, hidrojenle, elektrikle çalışan araçları olsun. Çok büyük düşler değildir bunlar kıymetli liderimiz. Zamanla hepsi olur.’’

‘’Her şey olacak, hiç endişeniz olmasın. İlk iş bu hedeflerimize ulaşmak yolunda kaynak bulmak. Koca bir adaya sahip olduk. Ne lazımsa bulacağız. Fakat bir plan, bir strateji lazım. O zaman ilk iş bilim ve teknoloji geliştirme merkezi kurmak. Burada bilim ve teknolojide ilerlemek için fikir üreteceğiz. Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ulus kişisinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için kayıt ve şart yoktur.’’ Gülbeden ilham aldığı kurucu önderin sözleriyle kendinden emin tavrını güçlendirdi.

‘’Adamız suyunu denizden ve havadan alıp denize ve havaya geri verecek. Yemeğini topraktan alıp, toprağa doğurması için ne lazımsa en doğalından en temizinden toprağa verecek, enerjisini rüzgardan, güneşten alacak ve bu ada kendine yeten doğa dostu bir teknoloji üretim merkezi olacak.’’

Gülbeden’in kocaman düşleri vardı. Öyle kocaman ki duyan kahkaha atmasanız bile gayri ihtiyari tebessüm edersiniz. Minicik adaları hiçbir enerji, su ve gıda kaynağını hiç tüketmeden ve yeniden temine ihtiyaç duymadan kullandıktan sonra doğaya iade edecekti. Başka bir deyişle yeni memleketleri doğa ile emanet usulü çalışan ileri teknoloji merkezi olacaktı. Dünyada bunu kimse bilmese bile, koloninin mutlu sonu böyle olmalıydı. Gülbeden mucizelere inanıyordu, o ulu önderi düşünüp bunları mümkün görüyordu.

‘’Yarının Şehri diyelim mi ülkemiz adaya?’’ diye sordu Gülbeden. Pek bir ümitlendi. Hemen hayallere kapıldı, tutundu, peşlerine takıldı ve şimdiden bulutların üzerinde uçuyordu.

Kurdular ülkeyi emek emek, aşama aşama, hep birlikte. Günden güne büyüyor ve güzelleşiyordu dünyaları. Hayaller o kadar uzak gelmiyordu artık bizim delilere.

İnsanoğlu o esnada azıp kudurmaya devam ediyordu gezegenin Birleşmiş Milletler denilen bir birlik tarafından tanınmış bir yerlerinde. O kadar kuduruyorlardı ki, doğal afetler ortalığı kasıp kavuruyordu. Delilerden inançlılar, ‘’Allah sonunda hepsinin belasını verdi,’’ diyordu.

Sonra bir gün NASA adlı bir oluşum, gezegenin dört bir yanına haber saldı. Haber bütün dünyaya yayıldı. Bu kara bir haberdi ondandır belki, ada kıyılarına da tez vardı:

O Ülkeyi Bekleyen Korkunç Tehlike!

Bir göktaşı görünüyordu ufukta, bir gece ansızın gelebilir ve jeopolitik konumu itibari ile bir türlü huzur bulamamış bir memleketi tam kalbinden vurabilirdi. Her şeyi yerle bir etmekle kalmaz büsbütün koca ülkeyi haritadan silebilirdi.

Evvela bir hayal kırıklığına uğradılar. Bu ülkenin yok oluşunu izlemek ne gereksiz bir deneyimdi şu bir kez geldikleri tatlı hayatta. Günden güne kabullendiler ve göktaşını ve hep birlikte ‘’hayırlısı’’ diyerek beklemeye başladılar. Kültürel ve geleneksel kodlar devredeydi bundan böyle. Kaybedecek bir şey kalmadığı yetmezmiş gibi kurtaracak bir şeyde kalmamıştı delilerin elinde.

En sonunda o gün geldi çattı. El ele verdikleri bir akşam üstü hepsi içinden çıktıkları hiçliğin bir parçası oldular. Biraz şansları varsa sevdikleri ile el ele terk etmekti bu tatlı hayatı ve o güzel ülke ile aynı anda ortadan kaybolmak, onun yok oluşunu, çöküşünü ve vahim sonunu izlememek.

Bu kadarını görmeye dayanamazlardı.

Hiçlikten gelip hiçliğe giden Deliler tarafından görülmeyen ama az çok bilinen önemli bir şey vardı bu arada.

Dünya gezegeninde bir ülkenin ulu bir önderi ‘’Yurtta sulh cihanda sulh,’’ diye bir laf etmişti vakti zamanında. Bu sözler, ilk duyulduğunda bir barış çağrısına benziyordu. Bizim deli Gülbeden onun tam olarak öyle olmadığını anlamıştı. Çok okumuş ve tahlil etmişti önderi. Ülke kurmak için bir yeniden kurulum dosyası bırakmamış bu önder ama mevcut en iyi örnekti bizim kıza.

O çılgın göktaşının, o güzel ülkeyi tam kalbinden vurduğu gün bu sözler bambaşka bir mana kazanıvermişti. Gezegeni de beyninden vurmuştu göktaşı. Her dönem savaşlardan karışık bölge çevresinde bir mayın tarlası patlamaları silsilesi koca karaları yardı, karalar komşu karalara ateşler saldı, denizler taştı, okyanuslar karanlık ve dev çukurlara dönüştü, topraklar vatandaşları ile bataklığa saplanırken, sağında, solunda ne varsa ayaklarından tutup çeker gibi çekti etrafındakileri. Yurttu gezegen herkesi, insanlıktan topyekûn kurtuluverdi.

Bu hazin sonu kimse görmedi ve bilmedi. Hoş görse de ne mecazda ne hakikatte anlayabileceklerdi.

Hayırlısı oldu.

Ulu önderin memleket ise göktaşından beterine maruz kalmıştı. Başka bir gezegenden bir hikaye anlatıcı olduğumdan neler oluyordu, detaylarını ben bilemem. Fakat yurttaki huzursuzluk ve kaos komşu sınırlara sıçrıyor çeşitli krizler halinde cihanda huzursuzluklara sebep oluyordu. Ne var ki o cumhuriyet 100. Yılını gördü. Bu da o gezegen için en iyisiydi.

O mesele de hayırlı oldu.

O Ülkeyi Bekleyen Korkunç Tehlike! (Türkçe Bilimkurgu Öykü) was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.