Ölmeye Yatmak: Bir Devrin Ve Bir Kadının Romanı

Adalet Ağaoğlu’nun meşhur romanının eleştirel bir okuması

Ölmeye Yatmak romanı, Cumhuriyet’in ilk zamanlarında toplumda yaşanan ikircilikli duygulara, tökezlemelere, arada kalmışlıklara ve hem içsel hem de dışsal dünyaya yansıyan çatışmalara başka bir gözle bakarken bütün bu süreçlerin bir kadın üzerindeki etkilerini de ince ince işleyerek anlatıyor okuyucusuna. Romanın ana karakteri Aysel, Cumhuriyet’in ilk kuşağında yetişmiş bir kadın olarak geldiği yerde ne kadar aydın, modern ve ilerici görünürse görünsün kendi içinde hala makul bir kadın olmakla kendisi olmanın arasında gidip geliyor. Cumhuriyet öncesinin muhafazakar sayılabilecek değerleri yerini daha yenilikçi ve batı odaklı değişimlere bırakmışsa da bu karmaşanın ve yerine tam oturmayan değerlerin kadın kimliği üzerinde belirleyici ve baskılayıcı sonuçları olmuş. Roman bunları bir kadının hayatıyla yaşadığı kafa karışıklıkları, bedeniyle, cinselliğiyle ve erkeklerle kurduğu ilişki üzerinden okumamıza fırsat verecek birçok alan sunuyor. Bu yazıda Adalet Ağaoğlu’nun roman boyunca okuyucusuna açtığı bu alanda gördüklerimi Fethi Naci, Sibel Irzık ve Şule Akdoğan’ın roman üzerinde sundukları eleştirilerle beraber değerlendireceğim.

Roman, ismini aldığı üçlemenin hakkını vererek Aysel’in intihar etmek için girdiği otel odasında, dar bir zamanda diliminde gerçekleşirken yıllara yayılan bir tür sıkışmışlığı Aysel’in hafızası, geçmişteki mektuplar ve diğer karakterlerin çocukluklarından itibaren yaşadıkları ikilemlerle anlatıyor. Roman boyunca ara ara otel odasında kalıyor, Aysel’in bugünkü sesini dinliyor ve sonra tekrar yıllar öncesine dönüyoruz. Zaman kavramı sadece okur için değil, romanın ana karakteri Aysel içinde iyice akışkan bir hale gelmiş gibi duruyor: “Hangi sa­bahın günaydını bu? Hangi sabahtayım? İki gün sonra mı, üç gün sonra mı, bir gün sonra mı?” (Ağaoğlu, s.288) Bu zaman geçişleriyle birlikte belki ilk okumaya başladığımızda kaynağını kestiremediğimiz, temellerinin nerede yattığını tam olarak bilemediğimiz düşünceler ve inançlar silsilesini bir psikanalistçiymişçesine analiz edebilme şansımız oluyor.

Sibel Irzık, “Ölmeye Yatmak, Anlatı ve Otorite” metninde bu geriye dönüşleri üç ana başlıkta inceliyor. İlk kategori belgesel metinler, yani kitabın bir bölümünü oluşturan dönemin gazete haberleri, olayları ve resmi raporlarla kurgulanmış. İkinci kategoriyi karakterlere dışarıdan bir göz olarak bakan ve onların yaşadıklarını bize gösteren bir anlatıcı oluşturuyor. Son olarak üçüncü kategori de karakterlere yakından ve tek tek bakmamıza imkan veren mektuplar, konuşmalar ve düşünceler. Benim okurken karakterlerle bağ kurabilmem ikinci ve üçüncü kategori sayesinde olsa da ilk kategorinin önemini yadsıyamam; bu parçaların her biri o dönemi anlamak için bir yapbozun parçalarını birlikte oluşturuyorlar. Her birine daha yakından bakmak gerekirse ilk kategori, “yeni Türk ulusunun hayal edilmesine seferber edilen dili konuşan metinler” (Irzık, s.49) Karakterlerin birbirleriyle konuşurken, kendi kendilerine düşünürken ve büyürken içlerinde parlayan değerlerin ve katı inançların resmi kaynaklar tarafından nasıl işlendiğini görüyoruz. Bu resmi kaynaklar yetişkinler için de oldukça etkileyici olabiliyor elbette. Örneğin Dündar öğretmenin sık sık gazete okuduğuna şahit oluyoruz; hakikaten kendi kurduğu ve doğallıktan uzak cümleler de takip ettiği yayınların dilinden yoğun şekilde etkilenmiş gibi duruyor. Aysel ve arkadaşları da henüz ilkokuldayken sürekli olarak bu değerleri hem pratikte hem de sözel olarak tekrar ediyorlar ve fakat bu durum onlarda bilişsel bir çelişki yaratıyor. Evde gördükleri değerlerle, yani anne babalarının sahip olduğu değerlerle okuldaki dünya aynı sayfada buluşamıyor bir türlü.

Bu çelişkiyi deneyimleyen sadece çocuklar değil; ebeveynleri de cumhuriyetle gelen batılı değerlerin bir kısmından oldukça rahatsız görünüyor ancak kendi içlerinde kesin yargılara varabilmiş de sayılmazlar. Romanın henüz başlarında okuduğumuz müsamere bölümünde kız ve erkek öğrenciler birlikte dans ederken ebeveynlerin rahatsızlığına açıkça şahit oluyoruz: Kimileri içlerinden affedilmek için dualar ediyor, kimileri huzursuzca kıpırdanıyor. Yeni değerleri benimseyememe hali, yalnızca kızların erkeklerle birlikte dans etmesinden rahatsız olmalarıyla sınırlı değil. “Cumhuriyet’in bir kötülüğünü gördüm diyemem. Şurası kötü­dür, desem, diyemem. İnönü’nün jandarmasıydım ben, ta nerden nereye ağdırırken onu. Ama bu Cumhuriyet’in işime gelmeyen bir yanı da var. Şudur, diyemem, kızı okutmak, ilçede yakına­ uzağa, kızını şehirlere salıvermiş, dedirtmek… Sade bu mu içimi durmadan boğuveren? Aysel’i başkente yollamadan da durmadan boğulmaktaydı Salim Efendi. Oğlu okuryazar olduğundan buyana boğulmakta. Öğretmene rastladıkça boğulmakta. Kaymakam mahallelerde, bayramlarda, kalkınan ışıklı bir ülkeden söz ettikçe, boğulmak­ ta. Şakir Ağa, erkana rakı sofraları kurdukça, bağına bahçesine kuzu çevirmeye götürdükçe onları, boğulmakta. (…) Boğuldukça nemrutlaşmakta. Nemrutlaştıkça yenilik, uygarlık adına ne görürse ortalıkta, topuna birden soğukluk duymakta, hatta kin toplamakta…” (Ağaoğlu, s. 55) Aysel’in babası Salim Efendi’nin kızının öğretmenini gördükten sonra aklından geçirdikleri; Cumhuriyet ile gelen hızlı, doğası gereği sert ve batıdan alınmış değerlerin halk tarafından içselleştirilemeyişini anlatmak için harika bir örnek.

Irzık’ın metninde yer verdiği bir diğer önemli nokta ise, Aysel dışındaki karakterlerin hiçbirinin bugününe şahit olamayışımız. Onları yalnızca yıllar öncesindeki sözleriyle ve o dönemki eylemleriyle tanıyoruz; karakterlere bize kendilerinin son versiyonlarını anlatmak için onlara bir fırsat verilmemiş. Irzık’a göre diğer karakterlerin yüzeyselliğinin aksine Aysel’in bilinçaltına, yarı-bilinçli haline ve bugünkü düşüncelerine tanık olmamız ona bir tür söylemsel otorite kazandırıyor ve “kendi sesine ve bedenine sahip çıkışına” imkan tanıyor. Romanın asıl meselesi, o dönemin otoritesinin ve köklü değişikliklerin karakterlerin bireysel yaşamları ve toplumsal etkilerine bir bakış olsa da bu büyük mesele, odağında Aysel ile işleniyor; haliyle, söylemsel otoriteyi elinde tutan karakterin Aysel olması da bana oldukça makul geliyor.

Öte yandan, Irzık’ın işlevlerini tek tek açıkladığı bu parçalar Fethi Naci için pek de ilgi çekici görünmüyor. Hatta kendisi daha da ileri giderek “Adalet Ağaoğlu, çok ilginç olabilecek bir romanı ‘bir tanıklığı yarına belgeleme arzusu’ uğruna, başarısız bir roman haline getirmiş” (Naci, s.417) yorumunu yapıyor. Bana kalırsa Aysel’in yalnızca odel odasındaki deneyimi ve belki kendisinin geriye dönüşleriyle geçmişe dair hatırladıklarının daha yüzeysel bir haliyle inşa edilecek bir roman, asla Ölmeye Yatmak’ın etkileyiciliğine ulaşamazdı. Fethi Naci ısrarla Ağaoğlu’nun yolunun yol olmadığını vurguluyor çünkü ona göre yazar dönemi kendi bakış açısından ve kişisel görüşlerine dayandırarak anlatıyor; neticede gerçeklikten kopuk bir anlatı yaratıyor. Hiçbir okuyucunun o dönemin tarihi gerçeklerini doğrudan bu romandan öğrenmeyi beklediğini düşünmüyorum. Günün sonunda Adalet Ağaoğlu bir tarihçi değil, bir yazar ve geçmişteki gerçek bir dönemi, kurgusal karakterlerin büyüme deneyimleri üzerinden anlatıyor. Ben Fethi Naci’nin gördüğü manzaranın aksine, bu anlatıların romana müthiş bir zenginlik kattığını düşünüyorum. Tüm karakterler aynı dönemden tekdüze şekilde etkilenmiş kişiler olsaydı, aynı hikayeleri yaşarlardı. Halbuki aynı otoriter söylemler ve baskın fikirler karakterlerde birtakım ortak ikilikler yaratmışsa da, büyük resimde bambaşka sonuçlar da doğurmuş gibi duruyor.

Her şeyden öte, Fethi Naci’nin eleştirisi boyunca asıl meseleyi tam olarak hiç yakalayamadığını düşünüyorum. Aysel’in otel odasındaki ikilemini, intihar kararını, bedeniyle ilgili aklından geçirdiklerini ve hatta kadınlığıyla ilgili yargılarını derinliksiz şekilde okuyarak çok basite indirgiyor. Aysel’in sorunlarını menopoz döneminde olan bir kadının sorunları olarak tanımlıyor ve romanın asıl meselesini de şöyle açıklıyor: “Geçmişinde taşıdığı değer yargılarıyla kişisel davranışının çatışması; yolunda bir evlilikle bir yasak aşk öyküsü, kocasına açılmak isteğiyle bunu savsaklamak, kadınlığını, tükenmek üzere olduğunu sezdiği kadınlığını yaşamakla, yüce ve soylu şeyler arasında bocalamak, işte asıl roman olacak sorunlar bunlar” (Naci, s.419). Bu koca romanı menopoz dönemin yaklaşmış bir kadının hikayesi şeklinde basite indirgemek Aysel’in kadınlıkla ilgili hayatı boyunca maruz kaldığı toplumsal baskıları, yeterince “aydın” olmakla “makul” olmak arasında gidip gelirken kadın yanının bundan nasıl etkilendiğini ve başta babası, abisi, Aydın, Ali olmak üzere etrafındaki erkek karakterlerin söylemlerinin ve davranışlarının ondaki tezahürünün tümünü yok saymak olur. Fethi Naci’nin tanımladığı “asıl mesele” ise doğru birkaç noktaya parmak basacak gibi olsa da, yine romanın temelindeki birçok meseleyi kaçırıyor. Mesela Aysel’in ikilimenni yasak bir aşk öyküsüyle yolunda giden bir evlilik arasında kalması iddiasına odaklanalım. Aysel’in Ömer’le evliliğine ve Ömer’in karakterine dair çok detaylı bir bilgimiz olduğu söylenemez ancak Aysel’in Ömer’i düşünmekten kaçması ve onu düşünürse intihar etmekten vazgeçeceğini söylemesi gibi bazı ipuçları, Ömer’i sevdiğini gösteriyor. Diğer yandan Aysel, yolunda giden bir evliliği tanımlamak için, “yıllar sonra yatakta birbirine hala istekle sarılan iki kafa dengi olmayı” vurguluyor. Bu sevme haline ve yolunda giden evlilik tanımına rağmen, Ömer’le ilişkisini cinsellik ekseninde ele almıyor Aysel. Yaptığı evlilik tanımı ile kendi içinde ilişkisini aklamaya çalışıyor olabilir mi? Üstelik Engin’le paylaştığının da bir “aşk” olduğuna dair elimizde hiçbir kanıt yok.

Aysel’in yaşadığı ikilemin “kadınlığı yaşamakla yüce ve soylu şeyler arasında bocalama” olarak görmek de bana pek iyi bir tanım gibi gelmiyor. Aysel’in asıl bocalaması, kendi kadınlığını tam olarak kabul edemeyişinden ve kendini bununla tanımlamaktan, kökleri epey geçmişe dayanacak şekilde, korkması bana kalırsa. Kitabın birçok yerinde Aysel’in Aydın’ın gözünde yalnızca kadın olarak var olmasından ne kadar korktuğunu görüyoruz. Halbuki odada yatarken şöyle diyebiliyor: “Yeniden diri, dolu bir kızdım. Bütün aklım, bilgim, saçlarım, dudaklarım, göğsüm, belim, dünyaya bakışım, gülüşüm, söy­leyişim bir bütün halinde ortaya dökülüyordu. Bir arada hem saygıdeğer, hem saygı değmez; hem kusursuz, hem kusurlu; hem giyinik, hem çıplak. Hem kadın, hem insan” (Ağaoğlu, s.195). Aysel Engin’le yaşadığı deneyimden sonra, kadın olmasının kendisine ait diğer yanların üstünü karalamadığını hissediyormuş gibi duruyor. Engin’le paylaştığı bu tecrübe hayatı boyunca inandıkları ile çelişse, ahlaki olarak ona yanlış gelse ve Ömer’e karşı çok suçlu hissetse de zihninde daha önce hiç açılmamış yeni bir pencere açmış. Büyüdükleri dönem boyunca en doğru, en iyi, Cumhuriyet’e en layık olmak gayesiyle hiçbir zaman bunlardan bağımsızca ortaya koymayı öğrenemediği benliğini başka şekilde, o kadar da keskin sınırlar ve tanımlar olmadan, ortaya koymayı deneyimliyor.

Şule Akdoğan’ın makalesiyle beraber Aysel’in bedeniyle kurduğu ilişkiye ve otel odasındaki deneyimine daha yakından bakmadan önce; romandaki geriye dönüşlerin kadınlık ve dönemin toplumsal cinsiyet algısı üzerine bize neler söylediğine ve geçmişteki söylemlerin, diyalogların, tutumların Aysel‘in bugünkü ikilemini nasıl şekillendirmiş olabileceğine bakmak istiyorum. Önceki paragraflarda bahsettiğim üzere, Aysel’in büyüdüğü dönemde kadın karakterlerin çeşitli cinsiyetçi söylemlere, baskılara ve dışlayıcı tavırlara maruz kaldığını görüyoruz. Aysel’in abisi İlhan kendisinde annesinin giyinişine, Aysel’in yürüyüşüne karışma hakkı buluyor. “Kadın kısmına okumak nerden çıkmış? Anandan mı gördün, ninenden mi? Yarın lise bitince bir de üniversiteye gitmeyi düşünüyorsan, nah gidersin! Babam bıraksa, ben bırakmam. Oralarda okuyan kızların ne mal olduğunu şimdi çok iyi biliyorum ben. Üniversite öğrencisi adı altında bir yığın yırtık orospu” (Ağaoğlu, s.213) gibi cümleler kuruyor ve Aysel’le sürekli olarak tartışma halinde. Zaten okuması için babasını ikna etmek zorunda olan Aysel bir de abisinin bu baskılarıyla mücadele ediyor. Bir gün bu baskıya dayanamayıp ağlayan Aysel, bu defa da annesi tarafından babasına bu halde yakalanırsa bir oğlana tutulduğu zannedileceği gerekçesiyle azarlanarak susturuluyor. Okumak, özgürleşmek, kendi ayakları üzerinde duracak bir kadın olmak için yürümesi gereken yollar makul bir kadın olmasının önüne geçer diye kısıtlanıyor. Babasına kendisi için bir isteme mektubu gittiğinde çıldırıyor, onu kimse istemesin diye ne kadar eski kıyafeti varsa giydiğini anlatıyor. Dikkat çekmek, bir şekilde kadınlığıyla ön planda olmak demek evlendirilmek anlamına geliyor çünkü; yoldan çıkmasın diye bir an önce başının bağlanması gerekiyor.

Bu evlendirilme meselesi Aysel’le sürekli uğraşan, ondan istediği karşılığı bulamadıkça dozunu artıran Aydın’ın da dilinde: “Yakında kocaya verirler seni Aysel. Bir sevgilin bile olma­dan çoluk çocuğa karışır gidersin.” (Ağaoğlu, s.273). Aysel Aydın’ın gözünde hiçbir zaman tam olarak batılı ve aydın bir kız olamıyor; kendisi de okuldaki hayatı ve ailesinin yaşamıyla ilgili ara ara tökezlemiş ve kendisini yeterli hissedememiş olsa da Aydın Aysel’in maruz kaldığı baskının boyutunun farkına varamıyor hiç; günlüklerinde onu yeterince aydın olmadığı için sıkça eleştiriyor. Özellikle kızların baskıya maruz kalması, elbette beklenmedik değil ve bu hikayenin kahramanı Aysel için de gözle görülmez bir gerçek değil. Aralarında geçen bir konuşma esnasında Aydın’ın ağzından çıkan “mücadelemiz” sözü Aysel’i çok öfkelendiriyor örneğin, onun kendisiyle aynı zorlukları deneyimlemediğini biliyor çünkü. Aydın’a onun kendisini anlayamayacağını, çünkü kendisinin hem memur çocuğu hem de erkek olduğunu söylüyor. Tabii burada cinsiyet meselesinin yanına sınıf meselesi de giriyor; mesela Aydın’ın ve Ali’nin yaşadığı zorluklar birbirine denk değil.

“Düşün bak… İlkokullarda bizleri pekala birbirlerimizin üstüne ittiler. İlle dans edin, dediler. Atatürk öyle istiyormuş diye… O zaman bizim ne kadar zorumuza gitti, ne kadar utandık değil mi? Şimdi de şuna bak. Bir arkadaşına bir derdini söylemek için bin türlü dalavere. (…) Okulda danslı müsamere yaptığınız arkadaşlarınızı yolda tanımamazlığa mı gelin dedi sanki? Büyüdükçe uzak, daha uzak mı durun dedi birbirinizden?” (Ağaoğlu, s.328) Karakterlerin yaşadığı sıkışmışlık sadece geleneksel değerler ve cumhuriyetle gelenler arasında değil; ilkokulda kızlı erkekli dans ederlerken kız lisesi öğretmenleri öğrencilerinin erkeklerle konuşmasını yasaklamış halde. İlkokulu birlikte okumuş öğrenciler, ergenlik zamanlarında yolda birbirlerini gördüklerinde selam vermekten bile çekinir haldeler. Aysel’in Ali’ye yazdığı mektubun üzerine görüşmek için buluştukları iki arkadaş olarak ancak gün köşe bucak saklanarak buluşabilmeleri ve kendilerini suçlu gibi bir halde bulmaları da bu toplumsal baskının bir neticesi. Fakat Aysel’in bu durumu kabul edilemez bulması ve bir anda meydanda yürümeye karar vermesi, umut verici bir başkaldırıyı gösteriyor bize: “Döverler, söverler. Söz ederler. Ölüm değil ya bütün bunlar. Canımızı da alacak değiller ya? Basıp yürüyeceğim bulvarın ortasında seninle.” (Ağaoğlu, s.329)

Bence romandaki geçmişe dönük kısımlar arasında, Aysel’in kız arkadaşlıkları da dikkate değer. Özellikle lise yıllarında Aysel’in etrafında hiç kız arkadaş göremiyoruz, kendisi de kız lisesinde hiç arkadaşı olmadığını söylüyor. “Hem kızlardan ne öğreneceğim? Yemek tarifi, kek tarifi, modellerden patron çıkarma ve hangi oğlan kime bakıyor…” (Ağaoğlu, s.331) Belki de her ergen kızın arkadaşlıklarının parçası olabilecek konular, Aysel için katlanılabilir değil. Bununla ilgili romanda fikrimi doğrulayacak bir başka parça bulamamış olsam da, Aysel’in burada da toplumsal algıya göre fazla kızlara özgü bulunabilecek meselelerden ve muhabbetlerden kaçmasının başkalarının ve belki aynı zamanda kendi gözündeki kimliğini sadece kadınlıkla inşa ediyor gibi hissetmesiyle ilgili olabileceğini düşünüyorum. Öte yandan, çok sevdiği arkadaşı Behice’yle de araları bir noktadan sonra açılmaya başlıyor. Öncelerinde Aysel’e okuduğu için çok imrendiğini söyleyen ve onu daha şefkatli yaklaşan Behice, Aysel’e yazdığı bir mektupta nişanlandığını söylüyor ve sanki biraz da üstenci bir yerden, onun da yuva sahibi olmasını umduğunu yazıyor. Ayrıca, Aysel’in Aydın’la dolaşmasından hiç hoşlanmıyor ve bunun yakışı kalmayacağını söylüyor. Kadınlar üzerinde kurulan eril tahakkümün kalıplaşmış cümleleri, hiç fark ettirmeden bir kadının zihninde de kendine yer bulabiliyor ve iki kadının dostluğunun arasına girebiliyor.

Kadın olmanın getirdiği sıkışmışlıklar, sadece cumhuriyet döneminin ilk yıllarında deneyimlenmiyor; yetişkin, kendi ayakları üzerinde duran Aysel’in de peşinden geliyor. Aysel, memnun olmadığı için iş yerinden ayrılırken arkasından onun istifa etmesinin kolay olduğu çünkü karnını doyuracak bir adamla evli olduğu konuşuluyor. Okumak, profesör olmak ve kendi paranı kazanabilecek hale gelmek, taşradan şehre gelmek dahi bazı sesleri susturmaya yetmiyor. “Bazı dönemlerde ve bazı koşullarda kimseleri kendine inandıramazsın.” (Ağaoğlu, s.242) Bir başka ana gidelim: Aysel’in Engin’le Çankaya’da sıcak çikolata içmek içtikleri anlarda Engin’in hesabı Aysel’in, yani bir kadının, ödeyeceğinin içten içe öfkesini duyduğunu dinliyoruz Aysel’in ağzından. Bu “ince öfke” örneği, önceki kadar sert bir örnek değilse de kadının ve onun alışılmış rolleri hakkında okuyucuyu düşünmeye davet ediyor.

Son olarak, Aysel’in bedeni ve cinselliğiyle kurduğu ilişkiye daha yakından bakmak için otel odasına geri dönmek istiyorum. Şule Akdoğan, makalesinde kadınların devlet tarafından yürütülen modernleşme projesinin merkezinde yer aldığını söylüyor; haliyle, kadının kendi bedeniyle kurduğu bağın, cinsellik algısının, kadın olmak üzerine yaşadığı sorunların önemli bir kısmı buradan şekillenmeye başlıyor. Akdoğan, Türkiye’de kadınların görünürlüğünün daha çok sol gruplar içerisinde artığından fakat burada da kadının üzerine yapıştırılan “kız kardeş” etiketinden ve kadının kabul görmeye başladığı bu alanlarda da cinsel kimliğinin, arzularının ve neticede kadınlığının yok sayılarak kabul gördüğünü anlatıyor. Aysel’in de ilerleyen yıllarda daha sol bir çizgide olduğunu, halk evlerinden, Nazım Hikmet’ten bahsettiğini görüyoruz; eşi Ömer’le de “kafa uyumları” göz önünde bulundurulduğunda muhtemelen benzer bir siyasi anlayışı paylaşıyorlar. Aysel de bu ortamlarda yine kadın kimliğinden sıyrılarak kabul gördüğüne inanmış ve bu inanç kalıbına da sahip bir adamla evlendiğinden, kendisiyle kurduğu ilişki de tam olarak şeffaf ve dürüst olamamış olabilir. Aysel’in büyüdüğü dönem boyunca bir Cumhuriyet kızı olmak için kendi kadınlığıyla kurduğu çarpık ilişki de pek tabii bunun zeminini çoktan hazırlamış olabilir.

Aysel’in otel odasında ilk defa kendi çıplaklığıyla baş başa kalabilmesi ve kadın olma deneyimi üzerine kendisine bu kadar dürüst olabilmesinin yolunu açan unsurlardan birisi, aynı zamanda başka türlü içsel krizlere ve o gün otel odasına gidişine de yol açsa da, Engin’le kurduğu ilişki. Aysel’le yaşadığı cinsel birliktelikten sonra Engin ona bu ilişkinin kendisi için sadece bedenen değil zihnen de haz verdiğini söylüyor ve bu Aysel için kadınlığı ilk defa kendi kimliğinden apayrı, uzak bir yerde değil de taşıdığı diğer özelliklerinin yanında konumlanabilir oluyor. “Nerdeyse her şeyin birden değişivereceğini sandığım gece. Değişti, evet. Ne? Engin’in dünyası. Söyledi ya: Zenginleşti. Ah, en sonunda, en sonunda okumuşluğumun bir işe yaradığı duygu­ su içindeyim. Somut, elle tutulur. Vermek, vermek… Sakınılmış ne varsa… O gidince gövdemi incelemeye kalkışım herhalde bun­dandı.” (Ağaoğlu, s.305) Aydın’la kurduğu iletişimde sürekli olarak yalnızca kadın olarak arzulanmanın ve onun gözünde hiç insan olamayacak olmanın acısını taşıyan Aysel, Engin tarafından hem kadın kimliğiyle hem de entelektüel kimliğiyle beğeniliyor ve arzulanıyor. Şule Akdoğan’a göre Aysel bu ilişki sayesinde, nihayet, cinsel arzunun normal olduğunu kabul edebiliyor.

Bu kabulle birlikte bedenini gerçekten merak etmek, çıplaklık ve kadınlık üzerine düşünebildiği bir alan açar kendisine. Çıplaklığın eşitleyiciliği üzerine de yine bu otel odasında ve kendisi de çıplak haldeyken düşünür. Bekaret, hamile kalmak, annelik, ihanet, arzular gibi geri plana itmeye çalıştığı her şey zihnine hücum eder sanki ve her birine soğuk kanlılıkla bakmayı başarır Aysel. Yıllar sonra Engin’le birlikte olurken yaşadığı kanama üzerine düşünür, bunu kadınlık zarının yeniden yırtılması olarak kabul eder ve “Bütün tutsaklık perdelerini yırtı­yorsun, yırtıyorsun; sonra bir de bakıyorsun, hiç el değmemişlik.” (Ağaoğlu, s.52) yorumunu yapar. Bu yorum Aysel’in zihnindeki kalıpları modernleşme süreci boyunca kırmak için nasıl çaba sarf ettiğini, ve hatta bir yere kadar kırdığını sandığını ancak neticede hala hiç el değmemiş yargıları ve kısıtlanmışlıkları olduğunu kabul edişini müthiş bir sadelikle anlatıyor. Akdoğan’ın Aysel’in cinselliğine ve kadın olma deneyimine dair yaptığı yorumlar, özellikle de içinde bulunduğu ortamlarda bir “kız kardeş, bacı” kimliğiyle kabul görmesi ve İslamiyet’in değerlerinin Aysel’in üzerindeki muhtemel etkileri, zihnimde çok daha berrak bir sayfa açtı ve romandan kendimce bunu doğrulayacak örnekler bulabildim.

Sonuç olarak Ölmeye Yatmak, bir devri bir kadının kişisel bir deneyimi üzerinden aktarırken Aysel’in eksenindeki dünyayı da geçmişe dönerek tanıtıyor; böylece Aysel’in inançlarının ve davranışlarının arkasında yatan sebepleri araştırmamıza imkan veriyor. Okuduğum eleştirel metinler Adalet Ağaoğlu’nun diline, romanda kullandığı malzemelere ve karakterin içsel dünyasına başka türlü bir dikkat getirmem konusunda bana çok yardımcı oldu. Aysel toplumun algısı ve etrafındaki değerlerin baskısıyla kendisiyle kurmuş olduğu pek de içten sayılmayacak ilişkiyi intihar etmek için girdiği odada kırıyor ve bir parçasını öldürerek odadan yeni bir kadın olarak çıkmayı başarıyor.

Referanslar:

  • Ağaoğlu, Adalet. (2014). Ölmeye Yatmak. Everest Yayınları.
  • Irzık, Sibel. (2003). “Ölmeye Yatmak: Anlatı ve Otorite”, Hayata Bakan Edebiyat: Adalet Ağaoğlu’nun Yapıtlarına Eleştirel Yaklaşımlar içinde, (Der.) Nüket Esen-Erol Köroğlu. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
  • Fethi Naci. (2009). “Ölmeye Yatmak”, Yüzyılın 100 Türk Romanı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
  • Akdoğan, Şule. (2020). Representation of the female body in Adalet Ağaoğlu’s Ölmeye Yatmak and Leylâ Erbil’s Tuhaf Bir Kadın. Middle Eastern Literatures.

Ölmeye Yatmak: Bir Devrin Ve Bir Kadının Romanı was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.