Ölümün Kahramanlık Nişanları: Unutuşun Kütüphanesinde Kayıp Bir Kitap

pngtree

Zaman, her şeyi unuttuğu söylenen o amansız nehir, aslında belleğin en inatçı mimarıdır. Onun kıyısında, kumların arasında, isimlerden örülmüş bir labirent uzanır: Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu, Necip Hablemitoğlu, İdris Bitlisi, Bahriye Üçok, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Ümit Kaftancıoğlu, Gaffar Okan, Hrant Dink, Selim Kiraz ve daha nicesi… Bu isimler, artık birer insan olmaktan çıkıp, kolektif hafızamızın karanlık koridorlarında parıldayan, anlamı giderek muğlallaşan birer ideograma dönüşmüştür. Kahramanlık sıfatını, trajik bir paradoksla, ölümlerinin keskin bıçağına borçludurlar. Onlar, Platon’un mağarasının duvarına düşen ve gerçeklikleri unutulup yalnızca gölgeleri kalan figürler gibidir.

Devlet denen o kadim ve anlaşılmaz organizma, siyasetin makas değiştirdiği o kaotik anlarda, raylar arasında ezilip can verenler için, geride kalanlara sunulmak üzere tuhaf bir teselli armağanı icat etmiştir: Kahramanlık nişanı. Bu nişan, bir çeşit diyettir, kan parasının modern ve sembolik tezahürüdür. İsimlerini parklara, bahçelere, okullara vererek onları kutsallaştırırız; bu, bir yüceltme değil, bir defin işlemidir. Meselenin üstünü, bir şelalenin gürültüsünün altındaki fısıltıyı örtmek istercesine, bu isimlerin mermer soğukluğuyla örteriz. Bu eylem, aslında meseleyi çözmek değil, onu bir anıta hapsederek unutulmaya mahkum etmek, onunla yüzleşme ihtimalimizi sonsuza dek ertelemektir. Sanki bir kütüphanenin en değerli cildini altın varaklarla süsleyip kimsenin okuyamayacağı yüksek bir rafa kaldırmak gibidir.

Etrafımı saran bu çokluğa, bu isimler cümbüşüne baktığımda, onları hayırla yâd etmekten ziyade, kendimi derin bir matematiksel hesaplamanın içinde bulurum: Bu memleket, neden kendi evlatlarını bu denli cömertçe harcamış, tarihin karanlık dehlizlerine bu kadarını feda etmiştir? Bu soru, bir aynalar labirenti gibi, her yansımada çoğalır ve içinden çıkılmaz bir hal alır.

Aynı acı, kurtuluş bayramlarında da kalbimi bir hançer gibi deler. Neyi kutladığımızı, hangi zaferin şarkısını söylediğimizi düşünürüm durmaksızın. Düşman işgalinden kurtuluşumuzu elbette. Lakin, Schopenhauer’un dediği gibi, irade nesneden nesneye, arzudan arzuya koşarken, asıl mesele işgal edilmenin kendisidir. Bir toprağın, bir ruhun, bir zihnin işgali… Bunu, bu temel ve yapısal soruyu, neden hiç konuşmayacağız? Zaten bizim olanı, çalınmış bir eşyayı hırsızdan geri aldığımız için mi bu coşku? Oysa asıl olan, o eşyanın hiçbir zaman çalınmamış, o toprağın hiçbir zaman tam manasıyla işgal edilmemiş olması gerekmez miydi? Bu bayram, bir zafer çığlığından ziyade, kaybedilene dair içli bir ağıt, bir yeniden sahip olma umudunun teatral ifadesi değil midir?

Nihayetinde, her bir isim, her bir bayram, bizlere unuttuğumuz bir şeyi hatırlatmak için değil, aslında ne çok şeyi unuttuğumuzu ve unutmaya ne kadar hevesli olduğumuzu göstermek için vardır. Bellek, Aleph gibi, içinde evrenin tüm noktalarını barındıran bir noktadır; lakin bizler, çoğu zaman, o noktaya bakmaya cesaret edemeyip, yalnızca onun yansıttığı gölgelerle yetiniriz.

(Aleph:Borges’in kendi hikayesindeki her şeyi aynı anda görmeyi sağlayan nokta.)

Ölümün Kahramanlık Nişanları: Unutuşun Kütüphanesinde Kayıp Bir Kitap was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.