Şahit Arayan Ben

“Ben” nedir?

(Prof.Doktor Ekrem Demirli’nin konuşmasından yazıya yazılanlar.)

Ben-

Gerçekten var mı, yoksa sadece beynimizin ürettiği bir yanılsama mıdır?

Sadece hücrelerin, hormonların, sinir sisteminin toplamından ibaret bir “paket” mi;

yoksa bu biyolojik yapının da ötesinde, daha derin, daha merkezî bir şey mi?

Asırlardır filozoflar, sufiler, psikologlar, bilim insanları hep aynı sorunun etrafında dolaştı:

“Ben dediğimiz şey, tam olarak nedir?”

Kimine göre “ben”, sinir sisteminin ürettiği bir yan üründür;

kimine göre ruhun yeryüzündeki iz düşümü;

kimine göre de birbirine eklenmiş hatıralar, alışkanlıklar, roller, ilişkiler toplamıdır.

Ama ister bu tartışmaları bilsin ister hiç duymasın,

her insanın günlük hayatta yaptığı şey aslında şudur:

Kendi varlığını anlamaya çalışır.

Kendi “ben”ini görmeye çalışır.

Ve bunu fiilleriyle yapar.

Birine sevgi gösterir, sabreder, öfkelenir, yalan söyler, sadakat gösterir, yardım eder, kıskanır…

Bütün bunlar sadece “davranış” değildir;

insan, her fiilinde sanki kendisi hakkında bir fırça darbesi vurur:

“Bu hareketimle ben nasıl biriyim?

Merhametli miyim, acımasız mıyım?

Cesur muyum, korkak mıyım?

Güvenilir miyim, kaypak mıyım?”

Farkında olsak da olmasak da,

hepimiz yaşarken kendi benimizin resmini yapıyoruz.

Bir yandan kendimizi anlamaya,

bir yandan da bu resim üzerinden başkalarına şunu demeye çalışıyoruz:

“Bak, işte benim ben dediğim şey bu.

Gör, anla, onayla, şahit ol.”

Yani şahitlik ederken de, şahitlik isterken de,

hep aynı merkezde dönüyoruz: BEN.

İşte bu metin,

bu “ben”in ne olduğuna,

ve neden durmadan şahit aradığına dair bir yürüyüş denemesi.

İnsanın En Derin Yaralarından Biri

İnsanın en eski, en derin yaralarından biri şu:

Kendi varlığına tam olarak inanamıyor.

Gücüne inanmak istiyor ama gücünde gedikler görüyor.

İyiliğine, doğruluğuna inanmak istiyor ama her günkü küçük ihanetlerini, yalanlarını, kaçışlarını biliyor.

Güzelliğini, başarısını, kudretini “var” saymak istiyor ama içerden hep bir ses fısıldıyor:

“Ya aslında o kadar iyi değilsen?

Ya sandığın kadar güçlü değilsen?”

Bu yüzden insan, varlığına şahit arıyor.

Fiillerine, niteliklerine, vasıflarına şahit…

Telefon ekranına eğiliyor: “Kaç kişi gördü, kaç kişi beğendi?”

Bir ceket giyiyor, aynaya bakıyor, yetmiyor: “Oldu mu?” diye başkasına soruyor.

İyi bir iş yapıyor, içi tam rahat etmiyor; mutlaka birinin “Aferin” demesini bekliyor.

Çünkü derinlerde biliyor:

“Benim kendi kendime yetmeyen kırık bir benliğim var

ve onu onaylayacak, mühürleyecek bir şahit arıyorum.”

Fiiller, Zatın Delili midir?

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) rivayet edilen bir hadisi şöyle der:

“Allah’ın zatı hakkında düşünmeyin;

Allah’ın nimetleri ve fiilleri hakkında düşünün.”

Zat hakkında düşünmek, aklı karanlıkta yürütmek gibidir; bir yere varmaz.

Ama fiiller, nimetler, tecelliler — hepsi Zat’a açılmış işaret levhalarıdır.

“Bu fiillerin, bu nimetlerin sahibi nasıl bir Zat?” diye sorarak yürür insan.

Bu sadece Allah için değil, insan için de geçerlidir.

Bir insanın “kim” olduğunu, “tam olarak ne” olduğunu bütünüyle bilemeyiz.

İç dünyasına tam inemeyiz, niyetini bütün katmanlarıyla okuyamayız.

Zaten çoğu zaman o da kendisini bilmiyordur.

Ama fiillerini görürüz:

Yaptıklarını, yazdıklarını, verdiği tepkileri, bıraktığı izleri…

İnsan kendini fiilleriyle teşhir eder:

Çocukluktan itibaren böyledir bu.

Ağlar, bağırır, güler, koşar, konuşur… Hep bir şey der:

“Ben buradayım. Beni görün. Varlığıma şahit olun.”

Biz de onun fiillerine bakıp onu tanırız:

“Şöyle yaptın, böyle davrandın, şurada yardım ettin, şurada kırdın…”

O, varlığına şahit toplamaya çalışır;

biz de fiillerini görerek ona şahitlik ederiz.

Farkında olmadan yaptığımız her yorumda,

bir insana her “Sen böylesin” deyişimizde,

onun ben resmine bir çizgi daha ekleriz.

Çünkü o, kendi varlığından tam emin değildir.

“Ben kimim?” sorusuna, en çok da fiilleri üzerinden cevap arar.

Günlük Hayattan Küçük İtiraflar

Bunu teorik düşünmek kolay; asıl mesele günlük hayatta yakalamak.

Sosyal medyada her paylaşımın ardından bildirim sesini beklememiz…

Bir sınavdan yüksek not aldığımızda, nottan çok “Annem ne diyecek, hocam ne diyecek?” diye düşünmemiz…

Sevgilimizin, eşimizin gözünde “özel” görünmek için fazladan süslenmemiz, “fazla iyi” görünmeye çalışmamız…

İş yerinde bazen gerçekten faydalı olduğu için değil, görünsün diye projelere koşturmamız…

Bunların her birinde aynı cümle gizli:

“Benim yaptığımı biri görsün.

Sadece görmesin, değer versin, onaylasın.

Yoksa içim rahat etmiyor.”

Bu, insanlığın utanç duyulacak tarafı değil;

tam aksine, ciddiye alınması gereken bir hakikat:

İnsan, varlığını boşlukta taşıyamıyor.

Bir bakışa, bir söze, bir şahitliğe ihtiyaç duyuyor.

Niçin Başka Şahitler Yetmiyor?

Burada kritik soruya geliyoruz:

Niçin, varlığınıza başka şahitler aramayın der Tanrı?

Çünkü hiçbir insan şahitliği

ne sürekli, ne yeterli, ne de tutarlı olabilir.

1. Sürekli değildir

İnsan bugün seni över, yarın unutur.

Aşık olur, “Sen benim her şeyimsin” der;

üç yıl sonra aynı cümleyi bir başkasına kurabilir.

Arkadaşın bugün “Sen olmasan ne yapardım?” der;

yarın gündem değişir, aramaz bile.

Sen ise içinden “Sürekli görüleyim, hiç unutulmayayım” diye fısıldarsın.

2. Yeterli değildir

Bir beğeni yetmez, bin beğeni yetmez.

Bir insanın sevgisi yetmez, iki olsun istersin.

İki yetmez, “herkes” beğensin istersin.

İçindeki “ben” şunu ister:

“Ezelî ve ebedî bir onay;

asla silinmeyecek bir şahitlik.”

3. Çatışmalıdır

Bir insan “Sen çok iyisin” derken

bir diğeri “Sen bencilsin” diyebilir.

Ailen seni “fedakâr” bulurken,

çocuğun seni “ihmalkâr” hissedebilir.

Kimin şahitliği esas alınacak?

İnsanların hükümleri çarpıştıkça, senin benliğin de sallanır.

Bu yüzden Allah adeta şöyle der:

“Varlığını, kıymetini, kim olduğunu insanların şahitliğine yaslama.

Onlar geçici, çelişkili ve yetersiz.

Senin aradığın mutlak şahitliği, ancak Ben verebilirim.”

İnsan, varlığını insana yasladığı sürece esirdir.

İnsan, varlığını Allah’a yasladığında ilk kez özgürleşir.

Aşk: Fanide Mutlak Şahit Arayışı

Aşk, bu meselenin en çıplak göründüğü yerdir.

Seven, sevdiğine şöyle bakar:

“Beni anla.”

“Beni herkesten çok sen bil.”

“Ben kendimi bile çözemiyorken, sen benim içimi oku.”

“Beni asla bırakma, unutma, vazgeçme.”

Fark etmeden, sevdiğimiz insandan Tanrı’laşmasını istiyoruz:

Hep yanımda olsun.

Hep beni sevsin.

Hep beni haklı bulsun.

Hep beni görsün.

Hiç gitmesin, hiç değişmesin, hiç ölmesin.

Oysa karşımızdaki de bizim gibi eksik, korkak, aciz bir kul.

O da kendi benliğinin derdiyle uğraşıyor, o da kendi varlığına şahit arıyor.

İki yarım, birbirini “tam mutlak” sanıyor.

İki kırık, birbirinden mükemmel bütünlük bekliyor.

Sonuç:

En ufak bir eleştiride yıkılıyoruz.

Bir gün mesaj geç gelince,

“Artık eskisi gibi sevmiyor mu?” paniğine kapılıyoruz.

Terk edilince sadece kişiyi değil,

onun gözündeki “ben”i de kaybediyoruz.

O yüzden ayrılık acısı bu kadar yakıcıdır:

Sadece bir insanı değil,

onun şahitliğinde tuttuğun benliğinin fotoğrafını da kaybedersin.

Aşk, bize şunu öğretir:

“Fanide mutlak şahitlik aradığın sürece,

hem onu tüketir, hem kendini.”

Aşkın tamamen kötü olması gerekmez;

ama yanlış yere yüklenmiş aşırı anlam insanı kırar.

Hakiki aşk, insanı insana kimlik mahkûmu yapmaz;

insanı, insandan da öteye, Mutlak Olan’a yürütür.

Psikolojik Katmanlar: Çocukluk Aynaları

Modern psikoloji, bunu başka kelimelerle anlatır:

Çocuk, önce anne-babanın gözünde var olur.

“Bakış” alır, “onay” alır, “aferin” alır ya da almaz.

Sevilmiş, görülmüş, takdir edilmiş bir çocuk,

daha sonra hayatta kendini daha sağlam hisseder.

Sürekli eleştirilmiş, küçümsenmiş, yok sayılmış bir çocuk,

yetişkin olduğunda bir ömür boyu şu hissin peşinden koşar:

“Biri nihayet beni beğensin, beni seçsin, beni onaylasın.”

Sevgiliden sevgiliye, patrondan arkadaşa, arkadaş grubundan sosyal medyaya kadar

devreden tek şey bu arayıştır:

“Çocukken alamadığım bakışı,

bir yerlerden tamamlayabilir miyim?”

Bu noktada şu ince çizgi ortaya çıkar:

Psikoloji, insanın bu yarasını anlatır, teşhis eder, hafifletmeye çalışır.

İman, bu yaranın son adresini gösterir:

“İçindeki bu sınırsız onay arzusu,

sınırlı bir insanın verebileceği bir şey değil.

Bu kadar derin bir boşluğu ancak seni yoktan bilen doldurabilir.”

İkisi birbirini reddetmez.

Psikoloji, kapının önüne kadar getirir;

metafizik, kapının ötesini gösterir.

Riyanın Kökü: Yanlış Adrese Bakmak

İnsana şahitlik ihtiyacı fıtridir;

ama tehlike şuradan başlar:

İnsanların bakışı, ayna olmaktan çıkıp ilah haline gelir.

“Onlar görsün, onlar beğensin, onlar alkışlasın” asıl amaç olur.

Allah’ın rızası, içte bir yerde “ikincil motivasyon”a dönüşür.

İşte riya burada doğar.

Riya, sadece “gösteriş yapmak” değildir.

Daha derininde şu hissiyat vardır:

“Benim varlığım, değerim, doğruluğum insanların bakışıyla ayakta duruyor.”

Bu, insanı içten içe tüketir.

Çünkü insanlar değişir, unutur, gider, ölür…

Ve sen, varlığını onların gözüne bağladıysan,

onlarla birlikte sen de çözülürsün.

Allah bu yüzden yönü değiştirir:

“Teşhir etme arzunu insandan bana çevir.

Çünkü senin istediğin kadar kesintisiz, güçlü ve adil bir şahitliği

sadece Ben taşıyabilirim.”

İnsan Rastgele Bir Varlık Değildir

Burada hayvan–insan farkı çok çarpıcıdır.

Bir aslanı düşün:

Açtır, avlanır; doydu mu durur.

“Şu ormandaki ceylan neslini tamamen yok edelim,” demez.

Bunun üzerine plan kurmaz, strateji geliştirmez, gelecek projeksiyonu yapmaz.

Onun fiili, içgüdüsel bir hayatta kalma hareketidir.

Bir tür otomatiklik içinde akar.

İyi–kötü, adil–zalim, ölçülü–ölçüsüz gibi kavramlarla kendini tartmaz.

İnsan ise bambaşkadır:

Sadece öldürmez, yok etme projeleri kurabilir.

Sadece yer, aynı zamanda “daha çok nasıl tüketirim?” diye sistem inşa eder.

Sadece saldırmaz, savaş planlar; silah üretir, bombalar tasarlar.

Sadece yaşamak istemez, dünyayı bile kendine dar bulup “Mars’a gidelim” der.

Bu tehlikeli bir güçtür;

ama aynı anda rastgele olmadığımızın da delilidir.

Çünkü:

İnsan kötülüğünü planlayabilir; bu, onun salt içgüdü ile çalışmadığını gösterir.

İnsan zulmünü fark edebilir; bu, içinde bir adalet ölçüsü taşıdığını gösterir.

İnsan merhameti seçebilir; bu, içgüdünün ötesinde bir irade taşıdığını gösterir.

Hiçbir hayvan:

“Bugün bu ormanı, bu türü, bu gezegeni nasıl yok ederim?”

diye düşünmez.

Ama insan bunu düşünebilir, isterse yapabilir.

İşte bu yüzden, insan ne sadece “masum bir hayvan”,

ne de “tesadüfen oluşmuş bir et yığını”dır.

Sınırlı bir bedende,

sınırsız arzular, sınırsız hırslar, sınırsız hayaller taşır.

Bu da bize şunu söyler:

“Bu varlık, sıradan değil.

İçine konulan kapasite, hem büyük bir tehlike,

hem de büyük bir emanettir.”

Dünya Sonsuz Olsaydı…

Burada şu soruyu sormak mümkündür:

“Dünya geçici olmasaydı,

belki bu eksik ben arayışını birbirimizle tamamlayabilirdik.

O zaman neden Tanrı,

‘Varlığınızı birbirinizin şahitliğine yaslamayın’ desin ki?”

Eğer dünya sonsuz olsaydı:

Sevdiğin yüz, hep karşında kalsaydı.

Seni onaylayan, seni seven, seni takdir eden insanlar

hiç dağılmasaydı, hiç hatıradan silinmeseydi.

Kurduğun ilişkiler, kurduğun şehirler, kurduğun cümleler

hiç çözülmeseydi, hiç yıkılmasaydı.

Belki o zaman,

insanın insana şahitliği bir ölçüde yetebilirdi.

Belki “Sen varsın, ben de seni görüyorum” dememiz,

sonsuz bir yankı bulurdu aramızda.

Ama dünya sonlu:

Yüzler soluyor.

Hafızalar zayıflıyor.

İsimler unutuluyor.

En çok sevdiğimiz insan,

bir gün en sıradan haber gibi “vefat etti” cümlesine sığıyor.

Tam da bu yüzden,

varlığımızı sadece birbirimize yaslayarak kurtaramıyoruz.

Birbirimize aynayız;

ama çerçevesi kırılgan, camı ince bir ayna bu.

Daha Büyük Bir Yolculuk, Daha Büyük Bir “Ben”

Eğer hayat sadece bu dünyadan ibaret olsaydı,

belki elimizdeki tek çare birbirimize tutunmak olurdu.

Bütün varlık anlayışımızı,

karşılıklı şahitliklerle ayakta tutmaya çalışırdık.

Ama:

Dünya geçici,

Ölüm gerçek,

Ve içimizdeki “bitmeyen devam etme arzusu”,

bu geçiciliğe razı gelmiyor.

Kalbimizde garip bir his var:

“Bu kadar değil…

Bu kadar olmamalı.

Bu kadar emek, bu kadar acı, bu kadar arayış,

sadece toprağın altında kaybolup gitmemeli…”

Eğer daha büyük bir yolculuk varsa,

daha büyük bir hayat,

daha büyük bir “Ben” varsa;

eğer “ben” dediğimiz şey,

sadece bu dünyalık kimlik kartından ibaret değilse;

o zaman aynayı,

geçici olana değil, kalıcı olana çevirmek zorundayız.

İnsan, sonsuza açılan bir iç sese sahipken,

şahitlik ihtiyacını sadece fanilere bağlarsa,

içinde bir yer hep yarım kalır.

Bu yüzden yön değişmeli:

“Benim varlığımın son sözü,

ne senin gözünde, ne benim aynada gördüğüm surette;

benim varlığımın son sözü,

beni yoktan var edende, beni hiç unutmayan Rab’de.”

Kendini Bilen Rabbini Bilir, Rabbini Bilen İnsanı Bilir

Sözün sırrı burada gizli:

“Kendini bilen, Rabbini bilir;

Rabbini bilen, insanı bilir.”

Kendini bilmek, sadece “mizaç testi yapmak” değildir. Şudur:

Ben neyi seviyorum, neyi sevmiyorum?

Nerede yalana kayıyorum, nerede cesaretim kırılıyor?

Hangi durumda merhametliyim, hangi durumda acımasızlaşıyorum?

Ne kadar kararlıyım, ne kadar savruluyorum?

Aşkta ne bekliyorum, sevgide neye bozuluyorum,

neyi “ilahî eksikliğin yerine koyuyorum?”

Fiillerime, ilişkilerime, aşklarıma, öfkelerime bakarak “ben”in resmini çizerim.

Sonra şu soruyu sorarım:

“Bu ben, gerçekten neyin peşinde?”

Bu sorunun ucunda mutlaka şu kapıya gelirsin:

“Bu ben, mutlak bir şahit, sarsılmaz bir zemin arıyor.

Fani olan hiçbir şeye razı olmuyor.

Bu kadar sonsuzluk talebini, sınırlı bir dünyaya sığdıramıyor.”

İşte burada Rabbini bilme başlar.

Rabbini böyle tanıdıkça,

insanı da daha doğru okumaya başlarsın:

Ondan ilah olmasını istemezsin.

Sevgin ibadet, ibadetin sevgiye bağlanır.

İnsan aynasından hoşlanırsın, ama asıl yüzünü

Rahman’ın şahitliğinde görmeye çalışırsın.

Son Söz: Şahitliğin Yönünü Değiştirmek

İnsan, fiilleriyle kendine bir “ben portresi” çizer.

Bu portreyi başkalarına gösterir, onlardan söz ister:

“Sen söyle, ben nasılım?

İyi miyim, kötü müyüm?

Güzel miyim, çirkin miyim?”

Bu isteğin kendisi fıtridir;

insanın yalnız yaratılmadığının, toplumsal bir varlık olduğunun işaretidir.

Ama bu ihtiyaç, insanı riyakâr kılacak kadar büyüyorsa,

işte orada bir dönüşüm gerekir:

Ahlaki düzeyde:

İnsan insana ayna olur.

Uyarır, över, eleştirir.

Bunlar, benliğin görünür hale gelmesine yardım eder.

Metafizik düzeyde:

Asıl şahitlik, asıl onay, asıl kayıt — Allah’a aittir.

Varlığını, değerini, “kim olduğunu”

O’nun ilmine ve şahitliğine yaslarsın.

O Adil’dir → sende adalet tohumu olsun istersin.

O Rahman’dır → sende merhamet parlasın istersin.

O Kerim’dir → sende cömertlik doğsun istersin.

O halde:

İnsanın şahitliğini tamamen reddetmiyoruz;

ama onu “tek ölçü” haline getirmiyoruz.

Kendimizi fiillerimizle tanıyoruz;

ama varlığımızı, değerimizi, kimliğimizi

Allah’ın ilmine ve şahitliğine yaslıyoruz.

Aşkı da, dostluğu da, aileyi de

bu şahitlik bilinciyle taşıyoruz.

Belki en sade özet şudur:

Beni sana mahkûm eden zaafım,

beni Allah’a muhtaç olduğumu hatırlatıyorsa,

artık riyadan kurtulup hakiki kulluğa yaklaşıyorum demektir.

İşte o zaman “Tanrıyı görür gibi yaşamak”,

varlığımıza şahit arayışımızın son durağı olur.

Kendimizi bilmek, Rabbimizi bilmeye;

Rabbimizi bilmek, hem kendimize hem insana

yeni bir gözle bakmaya dönüşür.

Şahit Arayan Ben was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.