İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzen önce itibarını, ardından güvenilirliğini kaybetti. Daha açık bir ifadeyle, sistem çöktü ve dünya yeni bir salgınla karşı karşıya kaldı. Ancak bu kez virüs değil; virüse benzer bir hızla yayılan bir olgu söz konusu: silahlanma yarışı.
Bu yarış, küresel ölçekte bir “silahlanma pandemisine” dönüşmüş durumda.
21.yüzyılın güvenlik ortamı, yalnızca bölgesel krizlerden değil; yapay zekâdan hipersonik sistemlere, otonom savaş araçlarından siber cephelere kadar uzanan disiplinler arası bir tehdit sarmalından etkilenmektedir. Bu yeni çağda dünya, konvansiyonel olmayan biçimde yayılan ve neredeyse her devleti bulaşıcı biçimde etkisi altına alan bir silahlanma pandemisi ile karşı karşıyadır.
Bu pandemi, tıpkı biyolojik bir salgın gibi hızla yayılmakta; ülkeleri ekonomik, teknik ve stratejik olarak yeniden yapılanmaya zorlamaktadır. Teknolojik açıdan geri kalan ülkeler üretim sistemlerinin dışına itilmekte, yalnızca tüketici konumuna mahkûm edilmektedir. Rusya-Ukrayna savaşı ile görünür hale gelen bu eğilim, yalnızca bölgesel dengeleri değil, küresel güvenlik mimarisini de kökten sarsmaktadır.
Böylesine küresel gelişmelerin yaşandığı bir dönemde savunma sanayii, artık sadece endüstriyel bir faaliyet değil; jeopolitik, ekonomik ve diplomatik bir güç alanıdır. Kendi coğrafyasında doğrudan tehditlerle karşılaşmayan ya da caydırıcılık ihtiyacı duymayan devletlerin savunma sektörüne yeterince yatırım yapmaması, yeni nesil tehditlere karşı hazırlıksız kalmalarına neden olmaktadır.
İşte tam da bu dönemde, savunma sanayii yalnızca teknolojik kapasite geliştirme işi değil; bu kapasiteyi küresel güvenlik sistemine entegre edebilme becerisiyle anlam kazanan stratejik bir sektör haline gelmiştir. Türk Savunma Sanayii bu bağlamda, milli bir mutabakatın, bilimsel birikimin ve koordinasyon zekâsının ürünü olarak, akıllı ve ihtiyaca dönük ürünler tasarlayıp üreterek bu dalgalı süreçte düzenleyici bir rol üstlenmiştir.
Türkiye’nin NATO’daki konumu, Avrupa savunma sistemine entegrasyonu, Avrasya ve Orta Doğu’daki diplomatik etkisi birlikte değerlendirildiğinde; ülkenin çok katmanlı ve derinlikli bir güvenlik dokusu ördüğü görülmektedir. Bu durum, Türkiye’yi klasik bir müttefikten öteye taşıyarak sistem içi dengeleyici ve sistem kurucu bir aktör konumuna getirmiştir.
Geldiğimiz nokta ve potansiyelimizin sürdürülebilirliği, “orta yeterlilik tuzağından” uzak durmakla mümkündür. Yani yalnızca üretmek değil, yenilik üretmek; sadece entegre olmak değil, entegrasyonun kurallarını da yazmak sürdürülebilirlik stratejisinin temelidir.
Silahlanma pandemisi olarak tanımladığımız bu dönemde var olmak, silah ve mühimmat stoklamakla değil; üretici ekosistemini çevik tutmak, endüstriyel kümelenmeleri ihtiyaca uygun optimize etmek ve özgün teknolojiler geliştirmeye devam etmekle mümkündür.
Avrupa güvenlik mimarisinde yaşanan dönüşümler, pandeminin kırılma noktasını temsil etmektedir. Barış döneminde inşa edilen güvenlik paradigmaları artık yetersiz kalmakta; savunma ekonomisinden savaş ekonomisine geçişle birlikte toplumların stratejik refleksleri yeniden şekillenmektedir.
Özellikle Rusya örneğinde görüldüğü üzere, 7/24 çalışan mühimmat fabrikaları, milyonlarca kişilik savunma sanayii istihdamı ve Batı’nın üç katı üretim kapasitesine ulaşan oranlar, klasik caydırıcılığın ötesinde bir güvenlik ve silahlanma çağını başlatmıştır. Bu yeni çağda savunma gücü, yalnızca askeri kapasiteyle değil, barış ekonomisinden savaş ekonomisi geçiş hızı ve toplumsal kapasiteyle ölçülmektedir.
Avrupa’nın artan Rusya kaynaklı güvenlik endişesi, savunma fonlarının büyümesine, zorunlu askerlik tartışmalarının geri dönmesine ve hatta NATO dışı nükleer senaryoların gündeme gelmesine neden olmaktadır. Ancak stratejik istikrar, yalnızca askeri güçle değil, sürdürülebilir diplomasiyle sağlanabilir.
Bu noktada Türkiye’nin rolü belirleyici hale gelmektedir. Türkiye, insansız sistemler, mühimmat üretimi, elektronik harp ve savunma teknolojilerindeki yetkinliğiyle, Avrupa güvenliğinde savaşın değil barışın ve savunmanın mimarı olabilecek bir konuma sahiptir. ReArm ve SAFE gibi Avrupa inisiyatifleri kıtanın savunma dayanıklılığını artırmayı hedeflerken, Türkiye’nin bu yapılarla entegrasyonu Avrupa güvenlik denklemine esneklik kazandıracaktır.
2024 yılında küresel savunma harcamalarının 2,8 trilyon dolara ulaşarak tarihteki en yüksek seviyeye çıkması, bu pandeminin boyutlarını somut biçimde ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Türkiye’nin teknoloji odaklı yatırımları, milli teknoloji hamlesi stratejisi ve savunma sanayii ekosistemi, yalnızca ulusal güvenliği değil; bölgesel ve küresel güvenlik dengelerini de etkileme gücüne sahiptir.
Sonuç olarak, silahlanma pandemisi çağında stratejik bağışıklık yalnızca silah ve mühimmat üretiminde değil, stratejik derinlik ve diplomatik üretkenlikte yatmaktadır. Türkiye hem savunma sanayii üretim kapasitesiyle hem de çok yönlü diplomasi anlayışıyla, yeni güvenlik düzeninin kurucu aktörlerinden biri olma yolunda ilerlemektedir.
The post Silahlanma Pandemisinde Stratejik Bağışıklık ve Türkiye’nin Yükselen Rolü first appeared on SavunmaSanayiST.