Tanrı’yla Konuşmanın İki Dili

Resim Ekin Akis´e aittir.

İnsan bir zamanlar bilmek deyince, Tanrı’nın dilini çözebilmiş olmayı yeterli buluyordu. Din ve bilim birbirinden tamamen ayrı düşünülmüyordu. Tanrı’yı anlamak için bilim kullanılıyor, evrene bakıldığında O görülüyordu. Bilim, hem doğudaki medreselerde hem de batıdaki üniversitelerde Tanrı’nın kelamını anlamak için kullanılan bir alfabeydi. Din ve bilimin birlikteliği ders sistemlerinde (trivium — quadrivium sistemi) yerini alıyor, tabiat yasaları, kutsal metne açılan parantezler olarak görülüyordu.

16. yüzyılın sokaklarından laboratuvarlarına bilmek, tapınmaktan ölçülebilir olmaya evrildi. Tanrı’nın “amaçsal düzeni”, doğal neden-sonuç zincirinin gölgesinde kaldı. Aristoteles’in dünyası canlıydı ve burada her varlığın içsel bir amacı (telos) vardı. Bir palamut “meşe olmak” için büyüyordu. Galileo’nun evreni ise bir makine. Matematikle işleyen bir saat. Bir palamut, biyolojik bir zorunluluk olarak meşeye dönüşüyordu.
Doğayı anlamak mümkündü, ölçülebilir ve gözlemlenebilirdi. Bu yapılırken yine de Tanrı’dan vazgeçilmemişti. Hâlâ, evreni açıklarken ortaya çıkan boşlukları, O dolduruyordu.

17. yüzyıla gelindiğinde tabiat olayları doğal yasalarla açıklanır hale geldi. Artık boşluk doldurmak için bile Tanrı’ya referans verilmiyordu. Laplace, gök mekaniğine ait beş ciltlik eserini Napolyon’a sunduğunda,
Bonaparte, “Kitabınızda Tanrı neden hiç geçmiyor?” diye sordu. Laplace yanıtı : “Bu evrenin işleyişini açıklamak için Tanrı varsayımına gerek duymadım.” Bu cevap, bir manifestoydu elbette, yeni çağın manifestosu. Bilimin artık “Tanrısal boşluk doldurucu” ya (God of Gap) ihtiyacı yoktu. Tanrı artık doğayı açıklamada zorunlu bir unsur değildi.

Madde ve zihin dünyasının bu birbirinden katî ayrılışı 17. yüzyıl teologlarını da aklın alanına çekti. Tanrı merkezdeydi ama artık entelektüel bir kavram olarak aramızdaydı. İnanç diz çökerek değil, düşünerek ifade edilmeye başlandı. Tanrı hakkında bilgiye ulaşmanın tek yolu vahiyken artık o yolun taşlarını aynı zamanda rasyonel düşünce döşemeye başladı. Böylece sadece bilginin biçimi değil, insanın evrendeki yerini ve anlamını arayışı da kökten değişti.

Peki Tanrı’yı denklemlerden çıkarmak, insanı bu denklemlerin dışına koymak anlamına mı geliyordu? Bilim ilerledikçe, “gözlemleyen kimdir?” diye soruldu. Evreni gözlemleyen bizken, dinin ya da bilimin objektif olduğu söylenebilir miydi? Önümüze uzanmış bu kosmosu insan algısı, tasavvuru ve ön kabulleriyle kuruyoruz. Ne bilim tamamen nesnel ne de din tamamen sezgisel ve kurallar bütünü. Metafizik ön kabuller, mesela “dünya nasıl bir yerdir?” sorusuna içten içe verdiğimiz cevaplar, hem bilimin hem dinin yöntemini biçimlendiriyor.

Bilimsel düşünce, ölçülebilir olana yaslanırken; dinî düşünce, değerler alanının dilini kullanıyor. Bilim, Tanrı’yı denklemden çıkararak özgürleştiğini sanarken, din bilimi reddederek kutsallığını koruduğunu sanıyor. Oysa her ikisi de, aynı metafizik ön kabullerin çocukları: Mesela “Evrenin düzenli ve anlaşılabilir olduğu” varsayımı bile metafizik bir inanç. Din ve bilim, her ikisi de insanda varlık buluyor, insanın evrenle kurduğu ilişkiye göre biçim alıyor.

T. Kuhn’un “paradigma” kavramı, insan, gözlemlediği dünyayı kendi zihinsel çerçevesiyle biçimlendirir, der. Hiçbir gözlem teoriden bağımsız değildir. Toplanan her veri, bir bakışın ürünüdür. Gerçeğin içinde belirdiği çerçevenin adı “paradigma”dır.

Modern çağın bu ayrımını anlamak için geriye, İslam felsefesinin klasik dönemine bakmak gerekir. Tanrı ile akıl arasındaki ilişki tartışması, çok daha önce İbn Rüşd ve Gazali arasında derin bir biçimde yaşanmıştır: Her ikisi de Tanrı’ya inanır ama Tanrı tasavvurları farklıdır. Biri düzeni kuran aklı görür, öteki iradeyi.

Gazali (1058–1111) için Tanrı her şeyin mutlak irade sahibi olan yaratıcı kudretidir. Ona göre evrende hiçbir şey zorunlu olarak gerçekleşmez; her şey Tanrı’nın dilediği için olur. Doğa yasaları bile Tanrı’nın sürekli iradesinin bir sonucudur. Gazali’ye göre “ateşin pamuğu yakması” bile aslında ateşin bir özelliği değil, Tanrı’nın o anda yaratma iradesidir. Bu anlayışa “nedenselliğin inkârı” (ya da “alışkanlık teorisi”) denir. Tanrı burada düzenin ötesindeki iradedir — evrende görünen düzen, Tanrı’nın sürekli iradesinin bir yansımasından ibarettir.

İbn Rüşd (1126–1198) ise tam tersine, Tanrı’yı evrenin akli düzeninin kaynağı olarak görür. Ona göre Tanrı hikmetle (bilgelikle) hareket eder, evren de O’nun aklıyla uyumlu bir biçimde işler. Yani doğa yasaları Tanrı’nın koyduğu düzenin ifadesidir. Bu yüzden akıl yürütmek, evreni anlamak, aslında Tanrı’nın düzenini kavramaktır. İbn Rüşd’e göre akıl ve vahiy çelişmez; çünkü her ikisi de aynı hakikatin iki farklı yoludur. Tanrı burada düzenin ardındaki akıldır — evrenin mantıksal ve düzenli yapısının nedeni.

Bilim ve din, mesele hangisinin haklı olduğu değil; her ikisinin de aynı insanın evreni anlamlandırma çabasının farklı yüzleri oluşudur. İnsan, hem ölçen hem inanan bir varlık olarak aslında hep kendi varlığının anlamını aramaktadır. Ve Tanrı’ yla konuşmak için en az iki dile gerek vardır.

Tanrı’yla Konuşmanın İki Dili was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.