Sevgi, birinin seni kurtarması değil; kendini bırakmana izin vermesidir.
Adım Aras. Kimliğim bir aidiyetler mezarlığı. İlişkilerimden geriye kalanlar: gömmeyi unuttuğum ölüler, bitmemiş cümleler, bir de "keşke"lerim var. Aynaya baktığımda yüzümde yaş değil, terapistin "Burada ne hissediyorsun?" sorusuna verilmemiş cevaplar birikmiş. Dişlerimi fırçalarken bile içimden bir ses: "Yine mi kendini anlatma telaşındasın?"
Evet. Anlatıyorum. Çünkü susunca, duyulmamış olmaktan korkuyorum. Sustuğumda var olmuyorum sanıyorum. Ne güzel bir çocukluk yarası, değil mi? İşte psikanaliz burada devreye giriyor, ama ben girmeyeceğim. Sadece kanıyorum sessizce.
BİRİNCİ YÜZ: FIRTINA HANIM (VE DİYALOGLARIMIZIN ÖLÜM SEBEBİ)
Ona Fırtına Hanım dedim. Çünkü sevgisi, hava durumu sunucusunun "aman dikkat" dediği türdendi. Öngörülemez, şiddetli ve seni evde unuttuğun camları kapatmak için koştururdu.
Sevdi mi? Sevdi. Nasıl mı? Bir laboratuvar kobayı gibi. Deney: "Acaba ne kadar uzaklaşırsa tepkim ne olur?" Kontrol grubu yoktu tabii. Sadece ben vardım, sürekli "normal" olmaya çalışan.
Bir gece, "Senin için her şeyi yaparım," dedi gözyaşları içinde.
İçimdeki küçük psikolog not aldı:Narsistik savunma. Kendini feda ederek kontrol etme.
Ağzımdan çıkan ise şu oldu:"Benim için kendine iyi bakman yeterli."
Ne güzel,değil mi? Olgun, sınır koyan erkek.
Sonuç:"Demek benim iyi olmam yetmiyor! Demek sen de onlardansın!"
O"onlar" kimdi bilmiyorum. Ama Fırtına Hanım'ın hayalindeki kötü adamlar ligiydi sanırım. Ben de transfer olmuştum.
En komiği şuydu: Onun fırtınasında kayboldukça, kendimi "önemli" hissediyordum. Bir kurtarıcı, bir liman. Psikanaliz buna "kahraman kompleksi" der. Ben buna "kendi boşluğunu başkasının dramıyla doldurma çabası" derim. Aynı kapıya çıkar. Kapıdan çıkarken kafamı vurdum.
İKİNCİ YÜZ: TEORİYA (VE BENİM RUHSAL SERGİLENMEM)
Sonraki, Teoriya. Gerçek adı Deniz'di ama okyanus gibi derin değildi; daha çok, her şeyin haritasını çizen, ama yüzmeyi bilmeyen biriydi.
Bir akşam, "Bugün çok yoruldum," dedim.
Cevap:"İlginç. 'Yorgunum' dediğinde aslında 'beni gör' mü demek istiyorsun? Yoksa annen seni hep 'yoruldum' diyerek mi görmezden geldi?"
Şaka değil.Aynen böyle.
O anda içimde iki kişi tartıştı:
1. Yırtık pabuç: "Siktir git be kadın!"
2. İçselleştirilmiş terapist: "Belki de haklı. Belki annem… Hayır, bekle. Bu benim duygum. Sahip çık."
Sonunda dedim ki: "Hayır. Sadece yoruldum. Fiziksel olarak. Kaslarım. İşte."
Gülümsedi. "Tamam. Direnç gösteriyorsun. Saygı duyuyorum."
Direnç değildi,aptal kadın! Yoruldum işte!
Onunla olan ilişkim, sürekli kendimi açıklamak, kökenlerimi tahlil etmekle geçti. Sevişmemiz bile bir vakaydı. "Bu yakınlaşma isteğin, temel güven ihtiyacının bir tezahürü," derdi. Ben de içimden, "Hayır, senin götün güzel de ondan," diye geçirirdim. Ama söyleyemezdim. Çünkü o zaman "eril şiddet" ve "nesneleştirme" konularına geçilirdi.
Teoriya, duyguları sınıflandırıyordu ama yaşamıyordu. Müze bekçisi gibiydi. "Bak bu korku, 1995 model. Bu öfke, baba figürüne ait." Müzede yangın çıksa, önce kartları kurtarırdı.
Ayrıldık. Sanırım ayrılık nedenimizi de bir makaleye dönüştürmüştür. "Bağlanma Korkusu Olan Erkekte Kaçınma Stratejileri ve Sözel İletişimin Çöküşü." Özet: Ben kaçtım. Çünkü yoruldum.
ÜÇÜNCÜ YÜZ: NURYA (VE IŞIĞIN ÇATLAKTAN DOĞUŞU)
Nurya gelmedi.
Çünkü Nurya bir olay değildi; bir hâldi.
Ben fark etmekte geç kaldım.
Nasıl fark edersin ki sessizliği? Gürültü kesilince değil… kendi içindeki gürültü sustuğunda.
İlk buluşmamızda bir sessizlik oldu.
Muhteşem değildi — muhteşem olan şeyler gösterişlidir.
Bu sessizlik, eski bir evin duvarları gibiydi; üstünde yaşanmışlığın boyası, ama çatlaklarından ışık sızıyor.
Bakınca “burada bir şey olmuş” dediğin türden.
Panikledim elbette.
İçimdeki terapi maymunu zil çalıyordu:
Konuş. Eğlenceli ol. İlginç ol. Var ol.
Dedim ki:
— Hava güzel.
O:
— Evet.
Ve baktı.
Havaya değil, bana.
Ama bu bakmak değildi. Daha çok… izin vermekti.
Benim orada olmama izin vermek.
Cümlemi tamamlamamı beklemedi. İçimdeki aceleyi tanıyordu — ama o aceleyi beslemeden, itmeden, düzeltmeden.
O an başımı kaldırdım.
Şehrin kirli turuncu ışığında, gökyüzü unutulmuş bir şey gibi asılıydı.
Sonra gördüm.
Bir yıldız değil.
Bir yıldızın doğma anı.
Hani bazı ışıklar vardır; uzaktan geliyormuş gibi görünür ama aslında yeni yanmıştır. Bu öyle değildi.
Bu, sanki göğün derinliklerinde bir şeyin kabuğu çatlamış da içindeki ışık, utangaç ama ısrarlı, dışarı sızıyordu.
Bir anlık sandım.
Ama kaybolmadı.
Yer değiştirdi.
İçime geçti.
Mantığım içeride bir köşede sigarasını içiyor, bacağını bacağına atmıştı:
— “Büyülü gerçekçilik tuzağına düşüyorsun, Aras.”
Bu büyü değildi.
Sadece alışık olmadığımız bir gerçekti.”
Nurya bunu görmüş gibi — belki de gerçekten gördü — dedi:
— Buradasın.
Ne “iyi misin?”, ne “neden sustun?”
Sadece: Buradasın.
Bazen tek bir cümle, yıllar süren terapiden daha derine iner.
Benim içimdeki o küçük, kanayan çocuk — her ilişkide sahneye fırlayıp “BENİ DUY!” diye bağıran — ilk kez bağırmadı.
Çünkü biri onu duymaya çalışmadı.
Onu… duydu.
Aradaki fark, hayatla hayatta kalmak arasındaki fark kadar büyüktür.
Bir gece eski bir yaradan bahsettim.
Fırtına Hanım’dan.
Anlatırken kendimi komikleştiriyordum — acını mizaha dönüştürmek, onun seni ele geçirmesini engellemenin ucuz bir yolu.
Kelimelerim önden koşuyor, ben arkalarından yetişemiyordum.
Nurya dinledi.
Sonra sadece şunu söyledi:
— Zor senin için.
Bu nasıl bir cümledir biliyor musun?
Analiz değil.
Teselli değil.
Çözüm hiç değil.
Sadece tanıma.
Acımadı — acımak hiyerarşi kurar.
Analiz etmedi — analiz mesafe koyar.
Sadece gördü. Ve gördüğünü söyledi.
O an, içimde çok uzun zamandır kapalı duran bir şey açıldı.
Pencere değildi bu — daha çok duvarda bir çatlak.
Ve o çatlaktan ışık girdi.
Bu ışık her şeyi güzelleştirmiyordu.
Tam tersine: tozu, örümcek ağlarını, döküntüyü daha görünür kılıyordu.
Ama aynı zamanda o tozun havada nasıl dans ettiğini de.
Nurya’nın yanında hissettiğim şey coşku değildi.
Coşku gürültülüdür, kısa ömürlüdür.
Bu başka bir şeydi: göğsümde, ılık, ağır, değerli bir taş gibi.
Ağırlık değil — merkez.
Kendi merkezimde duruyordum.
Sonra zaman tuhaflaştı.
Onunla zaman, bildiği kuralları unuttu.
Saatler akıyor ama acele yoktu.
Dakikalar genişliyordu ama sıkıcı değildi.
Bu zamanın büyüsüydü:
İki insanın iç ritminin, dış saati geçersiz kılması.
Kalbim maraton koşmuyordu.
Ama içimde bir güneş yanıyordu — sessiz, kararlı, kendinden emin.
“Bak ben buradayım” demiyordu.
Sadece… vardı.
Ve o an düşündüm:
Belki de sevgi, birinin senin dramına ortak olması değildir.
Belki sevgi…
kendi dramını terk etmene izin verilmesidir.
O gece eve dönerken gökyüzüne baktım.
Işık hâlâ oradaydı.
Ama gökyüzünde değil.
İçimdeydi.
Ve büyü şuydu:
Bu ışığı Nurya vermemişti.
Sadece… onu görmemi sağlamıştı.
BÜYÜLÜ EK: KARANLIKTA BİR IŞIK HÜZMESİ
Freud belki şöyle derdi:
“İçselleştirilmiş iyi nesnenin yeniden teması.”
Jung eklerdi:
“Anima’nın yüzeye çıkışı, bireyleşmenin eşiği.”
Winnicott gülümserdi:
“Yeterince iyi bir alan.”
Ben şunu söylüyorum:
Bazen bir insan, senin içindeki çatlaklardan ışığın sızmasına izin verir.
O ışık senindir.
O sadece, çatlağın üstüne yıllarca koyduğun ağır taşı kaldırır.
Ve işte o an, büyü başlar:
Kendi karanlığını…
kendi ışığınla görmeye başladığında.
BÜYÜLÜ RÜYA (ÇÜNKÜ GERÇEK HAYAT BUNU KALDIRMAZDI)
Bir gece rüyamda kendimi bir tiyatro sahnesinde buldum. Seyirciler karanlıktı. Spot ışıklarının altında üç kadın vardı.
Fırtına Hanım, bir mikrofonla haykırıyordu: "BEN BURADAYIM! DUY BENİ! SEV BENİ!" Işıklar ona vurdukça, gölgesi devleşiyor, sahneyi kaplıyordu.
Teoriya,yanında bir beyaz tahta, diğerlerini işaret ediyordu: "Bakın, burada temel terk edilme şeması açığa çıkıyor. Ve şurada, savunma mekanizması olarak yansıtma görüyoruz." Kendi duygusu yoktu. Sadece analiz vardı.
Nurya,sahnenin kenarında, bir sandalyede oturuyordu. Elinde kitap yok, telefon yok. Sadece oturuyordu. Spot onun üstüne düşmüyordu ama o, karanlıkta hafifçe ışıldıyordu.
Sahnenin arkasından bir ses (benim sesimdi ama daha yaşlıydı) dedi:
"İlkinde,varlığını onaylatmak için fırtınaya tutundun.
İkincinde,varlığını açıklamak için teoriye sığındın.
Üçüncüsü ise…sen sahneye çıktığında, ışıkları sana çevirmedi. Sadece senin gözlerinle görmeni sağladı. Ve sen, ilk kez, seyirci değil, oyuncu olduğunu gördün."
Uyandım. Nurya yanımda uyuyordu. Nefesi düzenli, yüzü sakin. Ve o an anladım: Sevgi, birinin senin dramına ortak olması değil, senin kendi dramını terk etmene izin vermesidir.
GERÇEK TOKAT (KENDİME ATTIM, YANAĞIM HÂLÂ YANIYOR)
Şimdi anlıyorum:
Herkes"biz" diye ağlıyor ama kimse "ben" demenin yalnızlığına katlanamıyor. Katlanamadığı için, birini bulup ona "biz" diyor. Aslında diyor ki: "Benim 'ben'im ağır. Al, sen taşı. Buna da aşk diyelim."
Sevgiyi bir regülatör, bir duygu düzenleyici, ücretsiz terapi seansı sanıyoruz. "Beni sev, beni düzelt. Beni sev, beni tamamla." Kod: Eksik parça aranıyor. Bulan, kendini kaybediyor.
En komiği de şu: İnsanlar "acı çekmeden sevilmek" istiyor ama sevdikleri acıyı tanımazsa, "beni anlamıyor" diye şikayet ediyor. Anlasa, "dramama ortak ol" diyor. Ortak olmasa, "duygusuz" diyor. Kısır döngü. Buna modern aşk diyoruz. Ben buna "duygusal kapana kısılma" diyorum. Ve en çok da kendi kendimi kıstırdığım zamanlara gülüyorum.
KOMİK BİR SAHNE (ÇÜNKÜ AĞLAYACAK HALİM KALMADI)
Geçenlerde bir randevu uygulamasından biri yazdı: "Karmaşık ruhlar arıyorum."
Yazdım:"Benim ruhum IKEA montaj kılavuzu gibi. Kaybolmuş parçalar var, fazladan vidalar var, ve 'äh?' diye bağıran bir surat resmi var. İlginizi çeker mi?"
Cevap gelmedi.
Belki de fazla gerçekçiydim.
Bir başkası: "Kendini geliştirmiş, farkındalığı yüksek erkek arıyorum."
Yazasım geldi:"Farkındalığım yüksek evet. Şu anda farkındayım ki, bu sohbet daha başlamadan bitmek üzere. Ve bu benim içimdeki küçük çocuğun değersizlik hissini tetikliyor. Şimdi gidip bir kurabiye yiyeceğim. İyi günler."
Yazmadım tabii."Merhaba, ben de öyle :)" yazdım.
Sonuç?Bir hafta sonra bana "duygusal olarak ulaşılamaz" olduğumu söyledi. Haklıydı. "Merhaba, ben de öyle :)" yazan birinden ne beklenir ki?
SON (YA DA YENİ BİR "BEN"İN BAŞLANGICI)
Artık "biz" diye bir şeyin peşinde koşmuyorum. "Biz" diye bir şey var mı, ondan da emin değilim. Belki de "biz", iki insanın aynı anda aynı yere bakıp, aynı şeyi hissetmeden, yan yana durabilmesidir.
Nurya ile aramızda bir sözleşme yok. Bir "biz" tanımı yok. Sadece bir anlaşma: "Sen kendin ol, ben de kendim olayım. Bazen buluşuruz ortada. Buluşamazsak da, birimiz diğerinin diyarına misafir olur, kırıp dökmeden döner."
Belki de sevgi budur: İki ayrı ülkenin, sınırlarını koruyarak, vize vermesi. İşte o zaman "biz" diye bir şey, zoraki bir birlik değil, bir seçim olur.
FİNAL: IŞIĞIN SAHİBİ KİM?
Rüyadan sonra bir süre kimseyle konuşmadım.
Ne büyük kararlar aldım, ne dramatik kopuşlar yaşadım.
Sadece yürüdüm.
Şehrin gecesi tuhaftı o ara.
Işıklar her zamanki gibi yanıyordu ama ben ilk kez fark ettim:
Bazı ışıklar yol göstermez, sadece orada olduklarını hatırlatır.
Bir gece durup gökyüzüne baktım.
Bulut yoktu. Yıldız çoktu.
Ama gözüm yine bir tanesine takıldı.
Yeni değildi.
Parlak değildi.
Hatta bakmasam fark etmeyecektim.
Ama şunu hissettim:
O yıldız, bana bir şey anlatmaya çalışmıyordu.
Benden bir şey istemiyordu.
Sadece yanıyordu.
Ve işte o an dank etti.
Ben hayatım boyunca ışığın yönünü aramışım.
Kimin ışığına yaklaşsam, altına girsem,
birinin beni aydınlatmasını beklemişim.
Oysa mesele ışığın nerede olduğu değilmiş.
Mesele ışığın kime ait olduğuymuş.
Nurya’yla olan şey tam da buydu.
O bana yol göstermedi.
Beni seçmeye zorlamadı.
Beni iyileştirmeye çalışmadı.
Sadece ışığımı geri verdi.
Artık “biz” diye bir şeyin peşinde koşmuyorum.
“Biz” diye bir şey var mı, hâlâ emin değilim.
Ama şunu biliyorum:
Eğer bir “biz” olacaksa,
iki insanın aynı ateşe atlamasıyla değil,
iki ayrı ışığın birbirini söndürmeden yanabilmesiyle olacak.
Nurya’yla aramızda büyük sözler yok.
Planlar yok.
Yeminler yok.
Sadece şu var:
Yan yana durabiliyoruz.
Bazen aynı yere bakıyoruz, bazen bakmıyoruz.
Ve kimse kimsenin karanlığını aydınlatmak zorunda hissetmiyor.
Belki de sevgi budur:
Birinin senin gecene fener tutması değil,
kendi gözlerinin karanlığa alışmasına izin vermesi.
SON FISILTI ( Kendi kulağıma)
Eğer bu yazıyı bitirdiğinde içinde bir sessizlik olduysa…
Rahatsız edici ama ferah bir sessizlik…
Muhtemelen sen de şunu fark ediyorsundur:
“Biz” diye ağlamak,
bazen “ben” olmaktan kaçmanın süslü bir yoludur.
Belki de artık kaçma.
Belki de ilk kez dur.
Işık dışarıda değil.
Hiçbir zaman olmadı.
Ve biri sana gerçekten iyi geliyorsa,
seni parlatmaya çalışmaz.
Seni…
kendine iade eder.
Psikoanalitik Dipnot (Okuyan İçin Küçük Bir Uyarı):
Bu öykü teknik olarak bir kurgu sayılabilir.
Ancak içindeki bağlanma biçimleri, savunma mekanizmaları, aktarım hataları, “biz” fantezileri ve duygusal kaçınma manevraları tamamen gerçektir.
Karakterler hayal ürünü olabilir; fakat okurken “Bu tam ben” dediğiniz yerler büyük ihtimalle sizin bilinçdışınıza aittir.
Yazar sorumluluk kabul etmez. Psikanaliz zaten kimseyi rahatlatmak için var olmamıştır.
(Okur hariç tutulmaz)
Üç Yüz, Bir Ayna ve Bitmeyen "Biz" Komedisi was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.