Heathcliff, gerçek hayatta karşıma çıksan, senden koşarak uzaklaşırdım.
Photo by Devin Justesen on Unsplash
Merhaba dostlar, ilk kez tam anlamıyla sevip sevmediğimi anlamadığım ama etkisinden de kurtulamadığım bir kitap hakkında yazıyorum. Bingo, Filmi Şubat ayında vizyona girecek, üstelik başrollerde Jacob Elordi ve Margot Robbie var. Filmi çıkmadan yazısını yazmak istedim. Öncesinde iyi gider 😊
Bu eser yıllardır bize “yazılmış en büyük aşk hikâyelerinden biri” olarak sunuldu. Oysa ben bu romanda aşkın kendisinden çok, aşkla asla bir araya gelemeyecek duygular okudum. Bana göre Uğultulu Tepeler bir aşk hikâyesi değil; aşkın yıkıcılığını, tutkunun karanlık yüzünü anlatan bir trajedi.
Emily Brontë’nin tek romanı olan Uğultulu Tepeler, gotik atmosferiyle İngiltere’nin rüzgârlı kırsalında geçiyor. Hikâye, nereden geldiği belli olmayan esrarengiz Heathcliff’in gördüğü aşağılanmalarla sertleşmesi, öfkeye ve intikama dönüşen duygularıyla başlıyor. Fakat ironik bir şekilde, bu yabani karakter evin kızı Catherine’e âşık oluyor. Catherine de ona aynı tutkuyla bağlı olsa da mantıklı bir seçim olarak Edgar Linton’la evleniyor.
Bu durum bize her ne kadar kibir ve sınıf farkı olarak anlatılsa da aslında “Davul bile dengi dengine” öğretisinin soğuk bir yansıması. Catherine’in kararı sadece kendi kaderini değil, herkesin hayatını felakete sürüklüyor.
Heathcliff’in Catherine’e olan duyguları romantik değil, neredeyse lanetli. Onların sevgisi birbirini iyileştirmeyen, tam tersine parçalayan bir bağ. Bu aşk huzur değil, yıkım getiriyor.
Victoria dönemi İngiltere’sinin sınıf hiyerarşisinde bireyin kendini sadece eğitimle özgürleştirebileceği fikri de eserin arka planında sık sık karşımıza çıkıyor.
Kitabın başlarında Heathcliff’e yapılan kötülüklere öfke duyarken, ilerleyen sayfalarda kime kızacağınızı bile şaşırıyorsunuz. Heathcliff’in acılarını anlasam da, yaptığı kötülükleri mazur görmek mümkün değil. Hayatımda okuduğum en karanlık karakterlerden biri. Ona hâlâ kızgınım, ama nedense kötü bir söz de söyleyemiyorum. Kendisini Allah’a havale ettim.
Ölmeden önce sevdiği kadınla yüzleştiği sahne, aklımdan çıkmıyor. Tüm kötülüklerinin sorumlusu olarak Catherine’i görse de, onu bağışlasa bile kalbini yumuşatamıyor. Heathcliff’in hikayesi, cehennemden kovulmuş bir adamın yeryüzündeki yankısı gibi.
Kötülüğün bu kadar nedensiz ve temelsiz oluşu beni rahatsız etti. Catherine ve Heathcliff’in dönüşümünü tam olarak anlayamıyoruz — tıpkı günümüzün toksik ilişkileri gibi.
Açıkçası kitabın ilk bölümlerinde karakterler arası ilişkileri çözümlemek bile zordu; kim kimin nesi, kiminle nasıl bir bağ içinde, anlamam zaman aldı. Keşke roman yalnızca Hareton ve küçük Catherine’in ilişkisini anlatsaydı diyorum. Onların hikâyesi kitaptaki tek olumlu ilişkiydi.
Kitabı bitirdiğimde ne beğendiğime ne de beğenmediğime karar veremedim. Ama kitap bittiğinde, “İyi ki ölüm varmış,” dedim ve ne hissettiğimi tam olarak tanımlayamadım; öfke, hayal kırıklığı, şaşkınlık ve bir parça da hayranlık. Uğultulu Tepeler beni büyülemedi ama etkiledi — o kadar gerçek, o kadar rahatsız edici ki.
Belki de Emily Brontë’nin amacı buydu: sevilmek değil, sarsmak. Çünkü aradan geçen yüzyıllara rağmen, biz hâlâ Heathcliff’e kızıyoruz, Catherine’e bağırmak istiyoruz, ama kitabı elimizden bırakamıyoruz.
Filminin nasıl bir yorum getireceğini merak ediyorum. Belki sinema bu hikâyeyi romantikleştirir, belki de daha da karartır. Ama ne olursa olsun, Uğultulu Tepeler’i bir “aşk romanı” olarak görmeyeceğim. Çünkü bu hikâye, aşkın değil, insan ruhunun karanlık derinliklerinin romanı.
Photo by Jeremy Bishop on Unsplash
Uğultulu Tepeler was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.