Zamanı Suçladım Albayım… Meğer Geçmeyen Benmişim.
Generated by AI
Albayım, bugün zaman beni bir duvarın dibine sıkıştırdı.
Ciddi söylüyorum nefesim kesildi bir an.
Ömrümün çoğunu “zaman çok hızlı” diyerek geçirdim, bugün ilk kez zaman bir şey demeden yüzüme baktı.
Ve ben utandım.
– Ne yaptı sana zaman Orhan?
Saat mi fırlattı, takvim mi çarptı yüzüne?
Hiçbir şey yapmadı, işte asıl sorun o.
Ben yıllardır onu suçluyordum, o sadece “Ben değişmedim, sen hafifledin” dedi bakışlarıyla.
Anladım ki insanlar “zaman hızlı geçiyor” dediğinde çoğu aslında şunu demek istiyor:
“Ben bu hayatı dolduramadım”
Çocukken hatırlıyor musunuz yaz tatilleri bitmek bilmezdi.
Bir ay bir ömür sürerdi.
Bir bisiklet, bir sokak, bir arkadaşı bütün yaz taşırdık içimizde.
Şimdi bir yıl geçiyor sadece telefon modeli değişmiş; geri kalan her şey aynı.
– Çünkü çocukken her şey yenidir Orhan.
Beyin süreyi değil, değişimi ölçer.
Her gün başka bir şey öğrenirsen zaman genişler.
Her günü aynı yaşarsan, yıl içine katlanıp girer.
Evet Albayım, galiba büyümek dediğimiz şey daha az şaşırma hakkı tanıyor insana.
Ne kadar az şaşırıyorsak o kadar hızlı geçiyor günler.
Bugün fark ettim.
Ben yıllardır aynı günü kopyala-yapıştır yaşıyormuşum.
O yüzden sanki yıllar tek bir akşammış gibi hissediyorum.
Bir de bunun adına “yoğun hayat” diyoruz ya işte orada asıl trajedi var.
Yoğun olan hayat değil; boşluğu doldurmak için yaptığımız telaş.
– Sen buna “Zamanın Yoğunluk Teorisi” demiştin, hatırlıyor musun?
Zaman herkes için aynı hızda akmaz diyordun.
İnsanın içi doldukça yavaşlar, boşaldıkça hızlanır.
Hatırlıyorum Albayım.
Hala da inanıyorum buna.
Bazı insanlar kısa yaşar ama çok sürer.
Mesela Mozart.
Belki otuz küsur yıl yaşadı ama öyle çok şey bıraktı ki geriye zaman hala onu taşıyor.
Öte yandan seksen yıl yaşayıp geriye tek bir cümle bile bırakamayan insanlar var.
Onların ömrü uzun ama hayatı kısa.
– Adaletli mi sence bu?
Kısa yaşayıp zamana yerleşenler, uzun yaşayıp zamandan silinenler…
Bu adalet değil Albayım.
Bu zamanın kendi fiziği; ağır olanı tutar, hafif olanı salar.
Bir bilim adamı ölür, yüz yıl sonra hala hayatımızın içindedir.
Bir şarkıcı ölür, onu hiç tanımayan nesiller şarkılarını ezberler.
Bir diktatör ölür, yüzlerce kitap boyunca uyarı olarak yaşar.
İyi ya da kötü olmaları önemli değil; etkileri ağır.
Zaman ağır olanı bırakamıyor.
Bizim sıradan hayatlarımızda ise tam tersi oluyor.
Günler iz bırakmıyor.
O yüzden zaman bizi çok kolay bırakıyor, çabucak geçip gidiyor üzerimizden.
– Peki, bu işin mistik tarafı yok mu Orhan?
Bazı insanlar sanki geleceği kokluyor.
Birine “Yapma, kötü olacak” diyor, haklı çıkıyor.
Bu da bir çeşit zamanla başka ilişkidir.
Var elbette.
Belki mucize falan değil bu sadece bazılarımız için günler daha dolu, daha yavaş, daha dikkatli geçiyordur.
Biz olaylara çarptığımız anda fark ediyoruz, onlar yaklaşırken sesini duyuyor.
Biz 120'yle gidiyoruz, onlar aynı yolda 30'la…
Doğal olarak tabelayı önce onlar okuyor.
Bugün bir yazıya denk geldim:
“Hayatınızı kolaylaştırmanın 10 yolu.”
Hepsinin özeti şuydu:
Az düşün, hızlı tüket, hafif yaşa.
Sonra insanlar neden “Hiçbir şeye gücüm kalmadı” diyor, şaşırıyoruz.
İnsan kendi içini hafiflettikçe çok küçük şeyler bile ağır geliyor.
– Bunu biliyorsun Orhan.
Bir zamanlar ağır eşyalar taşıyorduk.
Sonra her şey hafifledi.
Ama dikkat et:
Her şey hafifledikçe insanlar daha çok yoruldu.
Demek ki yoran şey eşya değil taşıyanın içindeki çöküştür.
Evet, çok tanıdık bir çelişki bu.
Dışarıdaki yük azalıyor, içerideki yorgunluk artıyor.
Çünkü dışarıdaki ağırlığı azaltırken içerideki anlamı da kısmışız fark etmeden.
Hayat kolaylaşsın diye hayattan vazgeçmişiz biraz.
– İşte orası kritik yer, Orhan.
Kendi payını arayan insanın zamanı yavaşlar.
Çünkü yargı acele ister, yüzleşme sabır.
Sabır, zamanı ağırlaştırır.
Sabır…
Bizim çağımızın unuttuğu kelime.
Her şeyi hızlandırdık tek bir şeyi yavaşlatamadık:
Kendimizi.
Kendine yavaş bakamayan insanın zamanla derin bir ilişkisi olamaz, değil mi?
– Olamaz.
Kendine yüzeysel bakan herkes için zaman da yüzeyden akar.
Derine inmez.
Bazen düşünüyorum Albayım:
Belki de zaman bize küsmüyor, sadece aynısını yapıyoruz diye sıkılıyor.
Aynı şeyleri düşünüyor, aynı cümleleri kuruyor, aynı şeyleri izliyor, aynı tepkileri veriyoruz.
Yeni bir şey öğrenmeyen, kimseye yeni bir şey vermeyen insanı zaman niye taşısın ki?
– Peki Orhan, ne istiyorsun?
Zaman yavaşlasın mı?
Yoksa sen mi başka türlü yaşamak istiyorsun?
Zamanı durdurmak gibi bir derdim yok Albayım.
Zaten durmaz.
Ben sadece üstümden geçip gittiğinde hiç değmemiş gibi olmasın istiyorum.
Bir iz bıraksın.
Ben de onda.
Belki bir şey öğrenerek, belki bir şey öğreterek, belki küçük bir sözle, belki kimsenin görmediği bir iyilikle…
Ama bir yerde, birinin hayatında, bir cümlenin dibinde, bir şarkının nakaratında azıcık yerim olsun istiyorum.
– O zaman formül basit Orhan.
Çocukken nasıl ağırlaşıyordun hatırla.
Merak ederek, sorarak, bağlanarak…
Her yeni şey, hayatına küçük bir ağırlık katıyordu.
Şimdi de aynısı geçerli.
Rutinden her çıktığında, öğrendiğin her yeni kelimede, düşündüğün her zor soruda zaman sana biraz daha yer açar.
Bu kadar mı gerçekten?
– Evet.
Zamanın matematiği basittir:
Ne kadar anlam, o kadar süre hissi.
Ne kadar tekrar, o kadar hız.
O zaman Albayım…
Benim derdim zaman değilmiş.
Ben içimi boş bırakmışım.
Zaman da haliyle boş bir evde durmak istememiş.
– Fark ettin ya, işte asıl başlangıç o.
Belki bir dahaki sefer zaman seni duvarın dibine sıkıştırmaz da yanına oturur.
Oturduğu yerde de şöyle der:
“Bu sefer beraber yaşadık, sayfayı birlikte çevirelim.”
Kim bilir Albayım…
Belki bir gün gerçekten öyle olur.
O gün gelene kadar en azından “zaman çok hızlı geçiyor” demeyi bırakırım.
Bilirim ki asıl sorun, geçmeyen benmişim.
Zamanın Yoğunluk Teorisi was originally published in Türkçe Yayın on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.